“Çerkeslerin maruz kaldığı zulmü Dünya’ya anlatmak gerek” (1)

Fikri Tuna. Eski Kahramanmaraş Müftüsü, Uzun yıllar Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki önde gelen fikir adamları ile birlikte düşünce hareketleri içerisinde aktif rol oynadı, Özellikle 90’lı yılların başından itibaren Kafkasya ile de yakından ilgilendi, Kafkasya’nın önemli siyaset ve düşünce adamlarıyla görüştü, çeşitli konferanslar verdi. Fikri Tuna ile geçmişten günümüze Kafkasya’nın ve Kafkasyalıların kaderini ve konuştuk. Memlukler, Kafkas-Rus savaşları öncesinde Kafkasya, Sovyetler Birliğinin dağılmasının ardından orada gördükleri, dönüş düşüncesi, Xabze, İslam, Kölelik ve daha birçok konuya değindik.

90’ların başında Kafkasya’ya bir seyahatte bulundunuz ve özel bir amacı vardı bu seyahatin. O döneme gidersek, Sovyetler Birliğinin çöküşünün ardından nasıl bir Kafkasya ile karşılaştınız?

1992’de gittim ben Kafkasya’ya. Niyetim buradan bazılarının yaptığı gibi sülalemi görmek değildi. Bütün Kafkasya’yı dolaşmak istedim. Bunun da sebebi komünist sistem çöktükten sonra oradaki durumu görmekti. Komünist dönem idaresinde Kafkasyalılar ne şekilde yaşadılar? Komünizmden ne şekilde istifade ettiler veya zarar gördüler? Yani komünizm onlara ne verdi?  Tabi burada komünizm deyince ideoloji ile idareyi birbirinden ayırıyorum. İdeolojiyi bilen kişileri çok az gördüm. Komünizmin felsefesini bilen çok azdı. Marks kimdir? Marksizm nedir? Komünizm denir? Bunları cevap verebilecek kişiler parmakla gösterilebilecek kadar azdı. Sanmıyorum ki buradan giden çokları bu melese üzerinde durdular, bu iki şeyi birbirinden ayırdılar.

İlk olarak Nalçik’teki Xase’ye gittim. Kendimi tanıttım, sonra neden Kafkasya’ya geldiğimi anlattım. “Gürcistan’dan başladım Mahaçkale’ye kadar gideceğim, arzum Kafkasya’yı tanımak, komünizmin Kafkasyalılar üzerindeki tesirini görmek. Eski yaşantılarına göre ne gibi farklar oluştu, eskiye nazaran ne kaybettiler, ne kazandılar. Bunu incelemek için geldim” dedim. O zaman oranın salahiyet sahibi isimlerinde Lide adlı bir hanım dedi ki; “Fikri, bize şimdiye kadar Suriye’den, Türkiye’den, Almanya’dan, çeşitli yerlerden Çerkesler geldi. Şimdiye kadar kimse sizin temas ettiğiniz noktalara değinmedi. Görüşlerini bir konferans serisi halinde buradakilerle paylaşmanı rica ediyorum. Ben, Cumhurbaşkanı dahil Nalçik’in bütün elit tabakasını getirmeye söz veriyorum.” Çok iyi olur dedim, yalnız bana biraz daha zaman ver, çünkü bütün Kafkasya’yı dolaşmam lazım. Böylece anlaştık, ben seyahatime devam ederken Lide de konferansların hazırlıklarına başladı. Çeçenistan’a, Osetya’ya oradan da Mahaçkale’ye gittim.

Nelerle karşılaştınız, ilk gözlemleriniz neler oldu?

Uygulamada kolhoz sistemi Çerkes ailelerine çok zarar verdi. Daha doğrusu komünizmin sistemine hazırlıksız yakalandılar. Alışılagelmiş hayat sistemlerinde, yani pederşahi bir ailede kendi disiplinleri, xabzeleriyle, binlerce seneden gelen kendilerine has dayanışma, sevgi, saygı kuralları içinde yaşıyorken hiç bu gibi şeylere kıymet vermeyen, meseleye sadece materyal şeklinde bakan, hatta felsefesi bakımında bunlara karşı çıkan bir sistemle karşılaştılar. 

Mesela sevgi meselesi, vicdan meselesi, din… Bunlara Marksizm kıymet vermez. Çünkü materyalist bir felsefeyle bakıyor, öyle bakınca bu şeyler tali meseleler de değil inkar edilecek şeyler olarak kabul ediliyor. Mesela bunların arasında aile mefhumu. Fakat komünist rejimde aile mefhumu yoktu diyenlere karşıyım. Bu mesele tüm dünyada, İslam dünyasında, özellikle de Türkiye’de istismar edildi. Hele sağ cenah, Kabaklı gibi Necip Fazıl gibi… Öyle yazılar okudum ki, öyle propagandalar yapılırdı ki; şapka örneği verirlerdi mesela: Akşam bir kimse tarladan evine döner, kapıda şapka asılıysa orada başka bir erkek karısıyla beraberdir, o zaman o adam evine giremez. Aile mefhumunun yıkılması meselesi Marks’la başlamıyor, Darwin olsun daha başka birtakım sosyologlar dile getirdi bunu. Bilhassa Darwinizme göre insan tabiatın bir parçasıdır, başkaca bir özelliği yoktur, tabiatta ne oluyorsa insan toplumunda da o olmalıdır. O zihniyet 18. asırda başladı ama 19. yüzyılda da o bakış yıkılmaya başladı. Bir takım nazariyeler o bakışı da Darwinzmi de çürüttüler.

İslam yazarlarından biri Vahidüddün Han, İslam meydan okuyor adlı eseri var, İkbal’in önemli katkıları var,  Ferid Vecdi’nin, -Vecdi, çok iyi tanıdığım Mısırlı Kabardey bir ailedendir- Mahmud Abbas Akkad’ın… Hem İslam dünyası hem Batı dünyası maddeci akıma muhalefet etti. Sonra dinin önemi, ruhaniyetin önemi anlaşılmaya başladı. Rusya’da da denildiği gibi aile mefhumu yıkılmadı. Ama kadını baskıdan, erkeğin egemenliğinden kurtarmak, kadına hürriyetini vermek için alınan bir takım tedbirler, teşvikler, ideolojinin etkisi dolayısıyla bir takım değişik tatbik şekilleri olarak gelişti.

Neticede oradaki durumu inceledim. Aile yapısının ne kadar bozulduğunu gördüm. Fuhuş, alkol, boşanmalar korkunç seviyelere ulaşmıştı. Dediğim gibi Çerkesler hazırlıksız yakalandı komunizm sistemine.

Bizdeki saygı, büyüğe hürmet belki dünyanın hiçbir yerinde yoktu, bunun istismar edilmemesi gerekirdi, ama maalesef edildi kendi toplumuz tarafından. Hele bizi hiç anlamayan bir toplumla karşı karşıya gelince… Ne Ruslar anladı bizi, ne Türkler ne de Araplar. Anlmadılar. Hala anlamıyorlar. Düğünlerimizi anlamadılar. Düşünmeler bu insanlar neden bu kadar serbest bir şekilde yaşıyorlar, bu güven bu nereden kaynaklanıyor diye düşünmüyorlar, öyle bir alışkanlıkları da yok. Ruslar gene biraz daha iyiler. Meşhur bir şairleri terbiyeyi Kafkasyalılardan öğrenin diyor. Hiçbir Türk bunu dememiştir. Bunlar medeni olsalar, bu milletin güzel özellikleri var, bu özelliklerini biz de alalım derler. Kültürlerini korumalarına yardım edelim diyecekleri yerde,  asimile etme derdindeler. Çerkeslerin bir şanssızlığı da içine düştükleri halkların gayri medeni oluşu. Dinin bu halklar arasından yobazca yorumlanması nedeniyle öyle bir duruma geldi ki, kızlar erkekler dans ediyorlar, bunu yapan dinsizdir, bu zinadır diye vaaz verdiriyorlar. Hadi halk anlamıyor da elit tabaka niçin bilmiyor? Onlar da bilmiyor. Araplar da öyledir.

Din konusuna gelmişken, burada bir parantez açalım. Çerkeslerin İslam’ı algılayış ve yaşayış biçiminde diasporada birlikte yaşadıkları Müslüman toplumlardan bir hayli farklılıklar göze çarpıyor. Çerkeslerin din ile ilişkisi bugüne kadar nasıl şekillendi?

Bu bizi çok şeylere götürür. Benim en fazla şikayet ettiğim noktalardan biri de bu. İslam beynelmilel bir dindir. Beynelmilel bir din demek? Okul sistemini ele aldığımız zaman ilk okul, orta okul, üniversite, gittikçe tekamül eder. Eğitim sistemi, müfredat ona göre gider ve insanın aklı tedricen, yavaş yavaş kemale ulaştırılır. Allahın dini gönderirken uygulamak istediği siyaset budur. İnsanlık bir takım aşamalardan geçti, gerek din düşüncesinde gerekse uygarlık bakımından. Şimdi Mezopotamya’daki, Mısır’daki, Hindistan’daki, Atina’daki, Roma’daki, Yemen’deki medeniyetler, insanın birçok şeyler elde ettiğini gösteriyor. Topyekun gelişme, yani İbni Haldun’un ortaya koyduğu Umran. İslam son din olunca ve bütün beşeriyetin hem maddi hem manevi ihtiyacına cevap vermeye geldiğini söyleyince ve meydan okuyunca, o dinin çok yüksek düzeyde olması gerekir.

Şimdi bu dini, böyle yüksek düzeyde bir uygarlığı temsil eden bir dini, bizim oradaki Kızılcık, Karlıkavak, Avşarlar gibi köylerden çıkan bir çocuk imam hatip’te okur, sonra hoca olup topluma bu dini anlatır. İşte mesele buradan doğuyor, o çocuk ne o dini bilir ne toplumun geleneklerini göreneklerini anlar.

Ama xabzenin içeriğine girdiğin zaman, gerek insanlık anlayışı, gerek felsefi görüşü, tanrı anlayışı, bilhassa insanlar arasındaki ilişkiler… Bunlara bakınca o zaman o toplumun yüksekliği ortaya çıkıyor.

Ferah Ali Paşa, Çerkeslerin arasına gelince bir Çerkes kızıyla evleniyor. Daha sonra kızın anası kızını görmeye geliyor. Bakıyor kız namaz kılıyor, Hz. Muhammed’den bahsediyor, yani bilmedikleri bir takım şeylerden bahsediyor. Sonra kızını çağırıyor, diyor ki: “sen de bu şeyleri yeni öğrendin daha pek iyi bilmiyorsundur. Biz tanrıya inanıyoruz ama senin Muhammed dediğini tanımıyoruz. Bu kıldığın şeyi de bilmiyoruz. Paşa’ya söyle de gelsin bize dini güzelce anlatsın”. İşte Türk tipi din anlayışı burada kendini gösteriyor. “Benim kaynanam benim için namahrem değil ama ötekiler hep namahremdir, onlarla görüşemem” diye cevap veriyor. Buna da çok canı sıkılıyor kaynanasının, onlar bizim de çocuğumuz sayılır diye geldiler, Paşa nasıl böyle söyler diye kızıyor. Kız da gidiyor anasının niçin kızdığını anlatıyor. Yanlış yaptığını anlayınca paşa gidiyor özür diliyor ve kaynanasına İslam’ı anlatıyor güzel bir şekilde. Kaynanası o şekilde anlattıktan sonra diyor ki; “Bu din tam bize uygundur. Senden bir ricam var, bunu bizim için İstanbul’a yaz da oradan büyük efendiler gelsin, çünkü biz bu dini sahtekar Tatar mollalardan almak istemiyoruz.” Kadının yaklaşım tarzına bakın! Mesele uygarlık meselesi. Yani İslamiyet, Çerkesler gibi, cenaze, evlilik, düğün gibi sosyal müesseselerinde bu kadar mükemmel bir seviye yakalayan bir toplumla karşılaşınca işte o zaman yerini buluyor.

Abbasi Devletinin kurucusu Aba Muslim Horosani Kafkasya’ya gidince kayanın üstüne oturup ağlıyor, eyvah diyor, “Demek ki İslam bu millet için gelmiş”. Gerek şecaat, gerek dürüstlük, doğruluk… Mesela Çerkeslerdeki sığınma meselesi. Birisi gelip size iltica etse ne sebeple olursa olsun onu sonuna kadar savunur ve teslim etmezsiniz. Bu anlayış her millette yok, hatta bugün Uluslararası kuruluşların koymak istediği kurallar bile bu seviyede değil.

Ne diyor Peygamber: “Ben yüksek ahlakı tamamlamak için gönderildim”. Demek ki bir takım şeyler var, her şey yeni koyulmuyor, akıl var. Çerkes toplumunda da kendi varlıkları akılları, tecrübeleri yoluyla bir takım güzel yaşantı tarzını yakalamışlar. Çerkeslerin dindarlığının, geniş, müsamahakar oluşu ve insancıl yönünün büyük oluşu bu yüzden.

Kafkasya seyatiniz sonrasına dönelim. Bir Konferans verecektiniz?

Evet, Nalçik’e döndüğümde hazırlıklar tamamlandı ve konferans günü geldi. Lide her şeyi ayarlamıştı. Başbakan vardı, Cumhurbaşkanı’nın yardımcısı vardı, kendisi Moskova’da olduğu için gelememişti. Bakanlar, gazeteciler, şehrin önde gelen birçok ismi katılmıştı. Konferans sonrasında yüzlerce telefon aldım. Lide ve Nalo Zaur Kabardey-Balkar’ın her yerinde konferanslar düzenlemeyi teklif ettiler, ancak vaktim olmadığı için kabul etmedim. Yemen’de çalışıyordum, dönmek zorunda kalmıştım.