‘Öncelikle harekete geçmesi gereken taraf Çerkeslerdir’ (1)

Hulusi Üstün, Türk öykücülüğünün önemli temsilcilerinden ve Türk edebiyatında Kafkasya denilince ilk akla gelen isim. Ayrıca, Demokrasi İçin Çerkes Girişimi’nin sözcülerinden biri. ‘Gurbetten Çerkes Hikayeleri’, ‘Burası Çeçen Komitesi’, ‘Şaheser’, ‘Türkü Öyküleri’, ‘Kanatlı Süvarinin Hatıraları’ adlı kitapları, makaleleri ve aktivistliği ile tanınan Hulusi Üstün ile Diçeg’i, Çerkes Hakları İnisiyatifini, Çerkes kimliğini ve Kafkasya’yı konuştuk.

Demokrasi İçin Çerkes Girişimi’nin (DİÇEG) sözcülerinden birisiniz. İsterseniz DİÇEG’in kuruluş fikrinden bugüne, güncel gelişmelere doğru yavaş yavaş gelelim.

Demokrasi, açılım, yeni anayasa tartışmaları başladığında Çerkesler cephesinde endişe verici bir sessizlik hüküm sürmekte idi. Sessizliğin sebeplerinden biri Çerkeslerin çözülmüşlüğü idi. Halk namına konuşacak hiç kimse yoktu. İkincisi ise politik söylemin belirsizliği. Ne çıkacaktı o açılım paketinin içinden? Demokrasi talebinin içi nasıl doldurulacaktı? Talepkar olmak yanlış anlaşılma sonucunun doğurur mu? Tüm bu sebeplerle birbirine muhalif duruş sergileyen, birbiri ile asla mutabık olmamaya ahdetmiş ve her biri camianın tek temsilcisi olma iddiasındaki kurumlarımız son derece temkinli idi. 

Nedense ben herkesten daha çok heyecanlı idim. Acep bu atmosfer uzun süredir bitkisel hayatta olduğu yönünde teşhis koyduğum Türkiye’deki Çerkes halkı için bir elektro şok etkisi yapar mıydı? Bu ümit ile dört yıl önce aldığım susma ve ilgilenmeme kararını bozarak sağa sola telefonlar etmeye, mailler, mektuplar yazmaya başladım. Hüsnü kuruntum mudur bilmem ama bu konuda yapılan ilk toplantıların müsebbibi olarak görürüm kendimi. Bunu belirtmemdeki maksat, esasen bu süreç içinde duruşumun başından beri son derece vazıh bir şekilde ortada olduğunu hatırlatmaktır.

Bir kaç toplantıdan sonra DİÇEG ( Demokrasi için Çerkes Girişimi) kuruldu, söyleyeceklerimiz aşağı yukarı belli oldu. Yalçın Karadaş Bey ve ben sözcü olarak seçildik. Camia içinde endişe ettiğim ölçüde yıpratıcı bir tepki ile de karşılaşmadı DİÇEG. Bizi hiç olmadığımız bir siyasi yapıya yakıştırır tarzda birkaç destursuz laf ile ana yurtta yaşayan, yaşlanmış ama thamade olamamış, dünya ile kavgalı bir adamın söylenmeleri haricinde benim kulağıma olumsuz bir tepki gelmedi.


DİÇEG kurulduktan sonra neler yaptınız? Diğer taraftan olumlu tepkiler alabildiniz mi?

Kudretimiz ölçüsünde bir kaç program düzenledik ve en azından biz de varız dedik. Düşüncelerimizi kendi içimizde dile getiriyor, yine kendi halkımıza konuşuyorduk. Sadece susup dinliyordu insanlar. Tepki vermiyorlardı. Kitlesel bir kabul ya da destek de yoktu. ‘Konuşan ben değilsem söylenilenlerin kıymeti yoktur’ tarzındaki geleneksel Çerkes tavrını da seziyorduk.

Sonra uzun bir sessizlik dönemi başladı, sebebi şu ya da bu. Bu sürecin ardından ÇHİ  (Çerkes Hakları İnisiyatifi) oluşturuldu. Bizden de üslubu dairesinde destek istediler, şahsım namına ÇHİ’in seçtiği yöntemi sakıncalı bulmama rağmen muhalif bir tavır sergilemekten kaçındım. İnisiyatifin ne şekilde tezahür edeceği henüz belli değildi çünkü.

Hal böyle iken  DİÇEG ile ÇHİ arasında çok temel bir fark olduğunu belirtmek gerek. DİÇEG Türkiye’de daha demokrat bir ortamın oluşmasına Çerkesler’in de destek verdiğini, bu süreç içinde Çerkesler’in Demokrat duruş sergilemeye kararlı olduğunu, daha geniş bir mutabakatla oluşturulacak daha özgürlükçü, daha çok katılımlı bir anayasadan yana olduğumuzu deklare ettik. Bu noktada bizim talebimiz tüm Türkiye halkı adına dillendirilmiş bir talepti. ÇHİ ise Çerkes halkı namına somut talepler dile getirdi. 

DİÇEG ve ÇHİ arasındaki bu temel fark bir öncelik sorunu mu yoksa bir yöntem sorunu mu? DİÇEG’in söylemini belirleyen şeyler nelerdi?

DİÇEG’in öne çıkarttığı söylem, Türkiye’deki etnik gruplardan biri olarak özgürlüğe destek çıkmak idi. Halkımız namına somut taleplerde bulundu isek de zaman içerisinde yaptığımız programlar neticesinde şunu gördük ki halkımız namına somut taleplerde bulunmak pek de reel olmayacak. Eğitim talebinde bulunsak soydaşlarımızın çocuklarına Çerkesçe öğretmek isteyip istemedikleri konusunda ikircikte kalmıştık. Bilinen gerekçeler vardı. Köyler çözülmüş, farklı diller, diyalektler var, şehirleşme halk tarafından farklı algılanmakta, eğitim verecek yetkinlikte kişiler bulmak zor… Çerkesçe televizyon desek hangi aksan ile yayın yapacak. Mevcut yarım saatlik yayının TRT programları arasında hiç izlenmeyen yegane program olduğu bilgisi de elimizde dururken…

Profil böyle olunca talepleri şu şekilde somutlaştırdık.

1-      Diller akademik ortamda öğretilip yaşatılmalı.

2-      Seçilen bazı yerleşim yerlerinde sembolik de olsa ilk okulda seçmeli anadil eğitimi verilmeli.

3-      Kültürel verilerin ve arşiv verilerinin derlenip toparlanacağı bir merkez oluşturulmalı

Vesaire…

Fakat konu dönüp dolaşıp bize, yani Çerkeslere geliyordu. Tüm bunlar için Çerkes örgütlerinin canlandırılması gerekiyordu. İşte o noktada bizim cemiyetlerimizden hiçbir ses çıkmıyordu.

ÇHİ burada ortaya çıktı ve Çerkesler namına somut talepler ileri sürdü. Bu bağlamda ÇHİ ile DİÇEG’in ayrı misyonlar ifa ettiği, birbirinin halefi yahut selefi olmadığı, birbirinin muhalifi yahut payandası olmadığı da ortadadır. En azından ben böyle düşünüyorum. DİÇEG de ÇHİ de Çerkesler tarafından oluşturulmuş iki yapıdır. Biri demokrasiye Çerkesler olarak omuz vermeyi, diğeri Çerkesler namına demokrasi ortamından talepte bulunmayı misyon edinmiştir.

Çerkeslerin fikirlerine Türkiye’nin ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Özgürlük, çoğulculuk, anadil gibi kavramlar konusunda herkesten çok Çerkes halkının birikimi var. Bu kavramlar bizim aydınlarımız tarafından yüz elli yıl önce dillendiriliyordu. Başbakanın 2010’da açılım deyip başlattığı hareket Prens Sabahaddin’in Adem-i Merkeziyetçiliği ile örtüşüyordu. Siyasi taraftarlıkların kısır döngüsünde tartışıp duran Türk entelektüelitesinden ayrı bir yerde Çerkes aydınları yüz yıldır var oluşlarını geleceğe taşımak namına bu kavramları tartışıyorlardı. Bu nedenle Türk aydınlanmasına Çerkeslerin ciddi katkı sağlayacağını düşünüyordum.

Tam da bu noktada, sorunu net olarak gördükten sonra, toplumsal talebi tahrik etmek adına bir şeyler yapılması mı gerekiyordu? 12 Mart’ta Ankara’da yapılan eylem gibi mesela?

Tahrik edilecek bir toplumsal talep var mı önce onu konuşmalı. Türkiye’de yaşayan Çerkesler dillerinin, kültürlerinin yaşatılması konusunda ne derece duyarlılar? Eğer ille ÇHİ’nin bir eksiğinden bahsedilecekse bundan bahsetmeli. Elimizde buna ilişkin hiçbir somut veri yok… Bazı yardımcı verilerden yola çıktığımızda da çok ümitsiz bir tablo ile karşılaşıyoruz. Bence Çerkes kültürünü konu eden yayınların tirajı, programların izlenme oranı, internet ortamındaki bazı sayısal veriler bize tahrik edilebilecek bir talebin var olmadığını gösteriyor. Devlet zorla “Sen bir Çerkessin ve çocuğuna Çerkesçe öğreteceksin” demez, diyemez, bunu bekleyemezsin. Yani Murat Bardakçı o noktada doğru söylüyor, annenizin babanızın yapmadığı şeyi devletin yapmasını nasıl beklersiniz diyor.

Toplumsal talep bu şekilde oluşturulamaz. Bu talebin oluşması kurumsal gayret gerektirir. Bu halkın kurumları bazı sayısal veriler edinmelidir. Kültürü işleyici faaliyetlerde bulunmalıdır dansın dışında.

Hiçbir kültür serada yetişmiyor. Çerkes kültürünün yaşam alanı Anadolu bozkırı değil, Kafkasya. Ama bu topraklarda yüz elli yıldır yaşayan Çerkesler bu topraklara çok değer katmış, sürekli onlardan eksilmiş. Bu insanlar var oldukları sürece Kafkasya ile bu toprakların bağlantısı kopmayacaktır. Öte yandan Kafkasya’da durum hiç de iç açıcı değil, bu ülkelerde varlığımızı korumamız bu yüzden çok önemli.


Devletten istenilen bazı şeylerin telafi edilmesi değil mi?

Evet, tabiî ki o bazı şeylerin telafi edilmesi gerek,  onların kati surette arkasındayız. Ama söylemek istediğim şey şu; Öncelikle harekete geçmesi gereken taraf Çerkeslerdir diyorum. Devlet kendiliğinden harekete geçemez. Çünkü devlet seni tanımıyor ayrıntılı olarak. Sen kaç dil, kaç diyalekt kullanıyorsun, Türkiye’de ne kadar nüfusa sahipsin bilmiyor. Biz bilmem kaç cemiyeti olan bir topluluk olarak bu ülkede kaç milyonluk bir nüfusa sahibiz bilmiyoruz. Söylenilen rakamlar 300 binle 8 milyon arsında oynuyor. Tavan ve taban arasındaki farka bakar mısınız? Bu ne manaya geliyor biliyor musunuz? Bu şu manaya geliyor: Türkiye’de hiç kimse Çerkeslerin mevcut durumu hakkında bir bilgi sahibi değil.  En azından köylerdeki nüfus, Çerkesçenin iletişim dili olarak kaç kişi tarafından konuşulduğu tespit edilemez miydi? Bardakçı’nın itirazı da aslında bu. Doğru ama eksik bir yaklaşımı var. Dilin ve kültürün öncelikle senin tarafından dert edinmeli diyor. Beyanından dolayı onu yel değirmeni ilan edip savaşmaya gerek yok. Eksik bildiği şey şu; bu halkın dili ve kültürü ölüyor. Ubıkhça bu topraklarda öldü… Bu halk yüz elli yıldır sürekli bu topraklara değer katıyor ama kendisinden eksiliyor. Bu kültürün ve bu dillerin kaybolması dünyayı fakirleştirecektir. Türkiyeli aydınlar bunu bir memleket meselesi, bir dünya meselesi olarak ele alıp tartışmalıdır aslında. Eğer bu konuda düşüncesini söyleyen kişiyi yuhalar, protesto ederseniz sizin davanız ve sizin varlığınız hiç kimse tarafından dillendirilmez. Yok sayılırsınız, üzeriniz örtülür. Keşke beyanından dolayı Bardaçı’ya birkaç aydını kendisinin karşısına çıkartıp konu ile ilgili bilgi vermeyi teklif etse idik. Ama yok… Suhulet bizim işimiz değil. 

Toplumsal talep yok diyorsunuz?

Türkiye’de Çerkes kültürünü anlatan bir kitap 300 satıyor. Aylık gazete iki bin civarında dağıtılıyor. Türkiye’de belki 30-40 bin kişilik Ermeni kitlenin 5 bin satan haftalık yayın organı var, ama bizim yok. TRT televizyonlarının izlenme oranı en düşük programı Çerkesçe yayın.