Mehmet Ali Bolat ile Türkiye’nin Kafkasya politikası üzerine söyleşi

Türkiye son yıllarda Kafkasya’ya geri döndü diyebiliriz. Uzun yılların ardından ciddi stratejik adımlar atıldı. Fakat her şey birden gelişmedi, bunun tarihsel bir arka planı var. Dolayısıyla o süreci de bilmek gerekiyor. Mehmet Ali Bolat hoca akademik-bilimsel anlamda ve sivil toplum kuruluşlarında Kafkasya’yla her daim ilgilenmiş bir isim. Onunla bir söyleşi yapmak istediğimde sağ olsun değerli vakitlerini ayırıp kabul ettiler.

Mehmet Ali Bolat hocayla; bilimsel araştırmalar açısından Kafkasya’nın anlamı, Kafkasya’nın hangi bölgeyi kapsadığı, Kurtuluş Savaşı dönemi yönetici kadroların Kafkasya’ya olan bakış açıları, Sovyetler Birliği’nin Kafkasya üzerinden Türkiye’ye yardımları, Birinci Dünya Savaşı sonrası Kafkasya’da kurulan cumhuriyetler, Ankara Hareketi’nin Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti ile ilgili girişimleri, geçmişten günümüze Türkiye’nin Kafkasya politikası gibi konular üzerine konuştuk. İlgililere sunulur.

Kafkasya Fiziki Haritası

Sizleri kısaca tanıyabilir miyiz?

1981 Almanya doğumluyum. Memleketim Kayseri, Yahyalı. 2001’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nden mezun oldum. Beykent Üniversitesi’nde yüksek lisans ve İstanbul Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı’nda doktora eğitimimi tamamladım. Evli ve üç çocuk babasıyım. İstanbul Sebahattin Zaim Üniversitesi’nde doktor öğretim üyesi olarak çalışıyorum.

Akademik çalışmalarınızda Kafkasya üzerine yoğunlaştığınızı görüyoruz. Bölgeye olan ilginizi anlatabilir misiniz?

Hem yüksek lisans hem de doktora çalışmamı Kafkasya üzerine tamamladım. Ancak Kafkasya kökenli değilim. Kafkasya bölgesiyle ilişkim üniversite yıllarında başladı. Üniversitede en yakın arkadaşlarımdan biri Çeçen diğeri de Gürcü olunca ister istemez Kafkasya’ya bir ilginiz oluyor. Bir diğer sebebi de 1997 yılında İstanbul’da üniversiteye başladığım sıralarda Çeçenya-Rusya Savaşı dünya gündemindeydi. Aynı zamanda Türkiye’nin de gündeminde Çeçenya vardı. Biraz da bunun etkisiyle Kafkasya’ya olan ilgim arttı. Bir anlamda süreç benim Kafkasya’ya yönelmemi sağladı. Kafkasya üzerine çalışmaya başlayınca da bölgenin çeşitliliği, renkliliği, zenginliği beni daha çok cezbetti. Sonu olmayan bir alan Kafkasya. Bu bakımdan dünyanın ender coğrafyalarından biri.

Bu yüzden yüksek lisansta “Çatışma ve Birleşme İkileminde Kuzey Kafkasya” konusunu çalıştım. Doktorada ise “Milli Mücadele Döneminde Türkiye’nin Kafkasya Siyaseti (1919-1921)” üzerine tezimi tamamladım. Geçtiğimiz ay doktora tezim, 4-5 ay önce ise yüksek lisans tezim kitap olarak yayınlandı. Kafkasya’ya dair ilgim hala devam ediyor. Gürcistan’a iki defa, Azerbaycan’a bir defa gitme imkanım oldu. Kuzey Kafkasya’ya daha gidemedim. Fakat Pankisi vadisine gittim. Bunun dışında bölgeden gelen ve Türkiye’de eğitim alan uluslararası öğrencilerle yaklaşık 17 yıldır ilgileniyorum. Tabii sivil toplum anlamında İHH ve UDEF gibi kurumlar aracılığıyla da Kafkasya ile hep ilgilendim. Ülkemize dünyanın her coğrafyasından öğrenciler geliyor. Bugün Türkiye’de 230 bin uluslararası öğrenci üniversite eğitimi alıyor. Kurucu başkanı olduğum UDEF sayesinde yaklaşık 70 biniyle faaliyetler yapıyoruz. Dolayısıyla şahsen dünyanın birçok yerinden gelen öğrenciler ve mezun olup gidenler bağlamında çok farklı coğrafyalarla irtibatım var. Ancak Kafkasyalı öğrencilerle akademik ilgi alanım da olduğu için biraz daha fazla görüşmem oldu. Gürcistan, Azerbaycan, Dağıstan, Çeçenya, İnguşetya, Kabardey-Balkar, Karaçay-Çerkes, Adıgey’den öğrencilerle tanıştım. Mümkün olduğunca Kafkasya üzerinde çalışmaya ve orada olan olayları takip etmeye çalışıyorum.

Kafkasya çalışmama rağmen son 17 yıldır dünyanın farklı coğrafyalarına da gidip geldim. Oralardan dostlarım oldu. Kafkasya beni hala cezbeden bir bölge, dünyanın neresine giderseniz gidin hangi konuyu incelerseniz inceleyin Kafkasya’nın çok büyük bir tecrübe kazandırdığını anlıyorsunuz. Afrika’da ya da Asya’nın herhangi bir coğrafyasına gittiğinizde inanç, mezhep, ırk, milliyet meselelerini anlamaya çalıştığınızda Kafkasya’nın kazandırdığı tecrübe size kolaylık sağlıyor. Çünkü Kafkasya etnik ve dil çeşitliliğinin, inanç farklılıklarının, sürekli olarak büyük vakaların ve çatışmaların olduğu bir coğrafya. Bu bakımdan adeta bir laboratuvar olan Kafkasya üzerine çalıştığınızda dünyanın diğer bölgelerindeki meseleleri anlamak daha kolay oluyor. Kafkasya size çeşitliliği anlama kabiliyeti veriyor. Farklı bakış açılarına sahip olmanızı sağlıyor. Aynı coğrafyada farklı dünyaların iç içe uyumlu yaşayabildiğini gördüğünüz Kafkasya, günümüz dünya meselelerinin çoğuna ya örneklik teşkil ediyor ya çözüm sunma ihtimalini barındırıyor. Onlarca ülkeye gitmeme rağmen ilk göz ağrım Kafkasya’dan vazgeçemiyorum.

Mehmet Ali Bolat Uluslararası Öğrenci Sempozyumu’nda konuşma yaparken

Türkiye’den baktığımız zaman Kafkasya bölgesi denildiğinde tam olarak nereyi anlamalıyız?

Kafkasya’yı akademik çalışmalarda tanımlarken Hazar ile Karadeniz arasında kalan coğrafya olarak tanımlanıyor. Bu bence de doğru. Aynı zamanda ülkemizin sınırları içinde yer alan Kars ve Erzurum gibi şehirlerimizi de Kafkasya içerisinde gösterebiliriz. Hatta Doğu Anadolu’ya gerek coğrafi şartları gerek insan portföyü olarak Kafkasya’nın bir parçası diyebiliriz. Bugün İran içinde kalan Güney Azerbaycan hakeza Kafkasya’nın bir diğer parçasıdır. Buralardan başlayarak Ermenistan, Azerbaycan, Gürcistan’dan Kafkasya’nın kuzeyine, Kırım’dan Hazar’a kadar olan bölgede, tarihsel yaşanmışlık, coğrafi şartlar, sosyo-kültürel yapı birbirlerine çok benziyor. Türkiye’den baktığımızda Kafkasya başka bir coğrafya olarak algılanıyor, ancak öyle değil. Anadolu’nun bir uzantısıdır Kafkasya.

Kurtuluş Savaşı sırasında Milli Mücadele kadrolarının Kafkasya’ya olan bakışını özetleyebilir misiniz?

Milli Mücadele dönemi 1918-1923 arasını kapsıyor. Ancak öncesi 1911 Trablusgarp ve ardından gelen Balkan Savaşı ile başlayan, Birinci Dünya Savaşı ile devam eden ve Kurtuluş Savaşı’yla sona eren süreci bir bütün olarak ele almalıyız. Yani ilk olarak Türkiye’nin Kafkasya politikasını 1911-1923 olarak totalde değerlendirip daha sonra 1918-1923 dönemine odaklanırsak vakayı daha iyi okuyabiliriz. Bu dönemin içinde hem Osmanlı’nın hem de Ankara hükümetinin farklı Kafkasya politikaları bulunuyor. Osmanlı Devleti’nden başlamamız gerekirse İstanbul, Birinci Dünya Harbi’ne girerken en büyük tehdit olarak Rusları görüyordu. Balkanları kaybetmiş Osmanlı için, Rusya’nın en büyük tehdit alanı da Kafkasya bölgesi. Bu bakımdan Rus tehdidine karşı direneceği ve savaşacağı bölge Kafkasya coğrafyası.

Nitekim de Birinci Dünya Savaşı başladıktan hemen sonra Kafkasya’da Ruslarla savaşmaya başladık. Dönem itibariyle ne İngiltere ne de Fransa Osmanlı Devleti’ni ortadan kaldırabilecek bir güce sahipti. Bu güce sadece Rusya sahipti ki nitekim savaşın ilk yıllarında Doğu Anadolu’yu Sivas’tan Samsun sınırına kadar işgal ettiler. Kafkasya’da savaşın ilk yıllarında çok da başarılı değiliz. Ancak Çanakkale’de Türklerin başarısı aynı zamanda Çarlık Rusyası’nı da çökertiyor. Çünkü müttefiklerden Rusya’ya ne silah ne gıda ne de diğer yardımlar gidiyor. Çanakkale zaferi bu bakımdan süreci tam tersine çeviriyor. Rusya çok büyük bir coğrafya ama dönem itibariyle ekonomik olarak zayıf. Rusya’nın bu çöküşü Bolşeviklerle birlikte taraf değiştirmesine neden oluyor ve Ruslar savaştan çekiliyor. Bölgede Türkler ilerlemeye başlıyor. Enver Paşa, Kafkas İslam Ordusu’nu kuruyor. Ancak Almanlar müttefikimiz olmasına rağmen Türklerin Kafkasya’ya girmesini istemiyor. Bakü işgal altında ve Kafkasya’da Müslümanlara zulmediliyor. Ermeniler bölgede ciddi katliamlar gerçekleştiriyorlar.

Enver Paşa’nın kurduğu Kafkas İslam Ordusu ki genelde Kafkas kökenlilerden oluşuyor, Kafkasya’ya giriyor. Mondros Mütarekesi imzalandığında Osmanlı Tebriz’den Kuzey Kafkasya sınırlarına kadar hâkim aslında. Türkiye’nin bu dönem Kafkasya politikası, Ruslarla Osmanlı arasında bir tampon devlet kurulmasıdır. Nasıl ki Osmanlı Erkan-ı Harbiyesi Birinci Dünya Savaşı’nda Çanakkale düşerse ve İstanbul işgal edilirse Anadolu’nun her tarafına silah depoları organizasyonu yaptıysa aynı şekilde mütareke sonrası geri çekilmek zorunda kalırsak, geride bir şey kalsın stratejisiyle Kafkasya Cumhuriyeti düşüncesi de var. Tabi bu kolay bir şey değil. Kuzey Kafkasya çok dağınık. Ruslar, Çerkes Sürgünü’nü gerçekleştirdiği için orta bölgede Müslüman nüfus az. Dağıstan, İnguşetya ve Çeçenya’da Müslüman nüfus var ancak bu bölge de hiçbir zaman Osmanlı’ya fiilen bağlı olmadığı için organizasyon eksikliği bulunuyor. Ayrıca Kuzey ile Güney arasındaki mezhep farklılığı Enver Paşa’nın idealini zayıflatıyor. Dağıstanlılar sünni iken Azeriler şii ve mezhep farkı ortak hareket etmeyi engelliyor. Azerbaycan’ın bağımsızlığı ve Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti’nin kuruluşu çok önemli olmakla birlikte bu ideali tamamen yok ediyor. Ruslara karşı Birleşik Kafkasya devleti oluşturulamadığı ve her bir parça kendi yolunu çizdiği için kısa bir süre sonra bölge adım adım tekrar Sovyet Rusya’nın eline geçiyor. İşte bu süreçten sonra Türkiye bölgeye dair ikinci politikasını geliştiriyor. Benim doktora tezimde üzerinde durduğum nokta esasen bu aslında.

1918 Mondros Mütarekesi’nden sonra İstanbul İngiliz ve Fransızlar tarafından, Ege Yunanlılar tarafından, Antalya ve Konya İtalyanlar tarafından, Urfa ve Antep Fransızlar tarafından işgal edilirken Karadeniz’de Samsun ve Giresun bölgesinde Rumlar tarafından hareketlenmeler yaşanıyor. Erivan’dan Adana’ya kadar ise Ermeniler katliam yapıyor ve büyük Ermenistan’ı kurmaya çalışıyorlar. İşte böyle bir ortamda Türkiye’nin Kafkasya’ya dair yeni bir politika ürettiği görülüyor. İşin can alıcı noktası ise devletin ve ordunun fiilen olmadığı, toprakların büyük bir kısmının işgal edildiği, Sevr Antlaşması’nın bölgedeki Türk hâkimiyetini ortadan kaldırdığı bir ortamda Sivas, Erzurum, Ankara arasında bu politikanın üretilmesidir. İngilizlerin resmi belgelerinde geçen “Anadolu’nun ortasında bir bataklıkta vıraklayan kurbağalar” olarak görülen Ankara’daki mecliste milli mücadele yapılmıştır. İngilizlerin Türklere yaşama hakkı tanımadığı bir dönemde asıl düşmanımız olarak görülen Rusya’nın ise iç savaşta olduğu bir ortamda Bolşevikler üzerinden yeni bir politika izlendiğini görüyoruz. Bolşevikler İstanbul’un Türklerde kalmasını istiyor. Oysa bu tarihte zaten İstanbul Türklerde değil artık, İngiliz işgalinde. Rusların esas dertleri, tabii olarak “Biz sahip olamayacaksak İngilizler de sahip olamasın” düşüncesidir. Tarihin bize gösterdiği Rusların hiçbir zaman İstanbul’dan vazgeçmediğidir. Ancak o günün konjonktürü buna el vermiyor. Dönem itibariyle İngilizler Bolşeviklere ambargo uyguluyor. Fransızlar ve Yunanlılar Kırım’a asker çıkarmış, Amerikalılar ve Japonlar Bolşeviklerin karşısında. Bu konjonktürde Bolşeviklerin dünyaya açılabileceği tek kapı Türkiye kalıyor. Türkiye’nin yardım alabileceği tek yer de Bolşevik Rusyası.

Bu bakımdan her iki tarafın mecburiyeti müttefik olmak. Başka bir ihtimal yok. Mondros Mütarekesi sonrası Bolşevikler Anadolu’da başlayan mücadeleyi ve devamında Ankara hükümetini desteklemeye başlıyor. Kafkasya ve Orta Asya’da yaşayan Müslüman ve Türk unsurlara din ve kimlik özgürlüğü tanıyacağını da vadediyor. Böyle bir ortamda Ankara hükümeti İngilizlere karşı Bolşeviklerle iş birliğine giriyor. Kafkasya bu noktada önemli bir bölge haline geliyor çünkü Bolşeviklerle irtibat kurulacak tek coğrafya Kafkasya bölgesi. Kafkasya’da İngiliz hakimiyeti altındaki Gürcü Menşevikler, İngiliz desteği ile hayatta kalabileceğini düşünen Azerbaycan ve Büyük Ermenistan hayaliyle saldırganlaşan Ermeni yapılanması karşısında Ankara hükümeti Kafkasya’da Bolşeviklerin hâkim olmasını istiyor. İngilizler yerine günün şartları gereği ehven-i şer olan Ruslar tercih ediliyor. Çünkü 23 Nisan 1920’de açılmış Büyük Millet Meclisi hükümetinin 1919-20 şartlarında Kafkasya’yı kurtaracak bir gücü olmadığı gibi Bolşeviklerle sınırdaş olmak, İngilizlere karşı silah ve yardım almak anlamına geliyor.

Enver Paşa, Ruslarla aramızda tampon bir devlet oluşturmak isterken Ankara’da kurulan meclis Samsun’dan itibaren, Amasya, Erzurum, Sivas ve Ankara’da Ruslarla görüşüyor. Kazım Karabekir, Talat Paşa, Cemal Paşa, Enver Paşa da dahil Anadolu’daki mücadele için silah ve para yardımı almaya çalışıyor. Yani Atatürk’ten önce İttihatçılar Ruslarla anlaşmaya çalışıyor. Aklın yolunun bir olduğunu görüyoruz. Çünkü günü yaşayanlar için Birinci Dünya Savaşı hala bitmemiştir. Mondros Ateşkes antlaşması sonrası hiç te adil olmayan gelişmeler yaşanmaktadır. Sevr bir ölüm fermanıdır ve onu yırtıp atacak mücadeleyi herkes kendi zaviyesinden yapmaya çalışmaktadır.

Enver Paşa

Kurtuluş Savaşı sırasında (1919-1923) Sovyetler Birliği üzerinden Türkiye’ye çeşitli yardımların geldiğinden bahsediyorsunuz. Yardımlar tam olarak nerelerden geliyordu? Bolşeviklerin Milli Mücadele Hareketi’ni desteklemesinin sebebi neydi?

Bolşevik Rusya İngiliz ambargosuna uğradı. Çarlık taraftarı tüm gruplar İngilizler tarafından desteklendi. Yaklaşık üç yıl devam eden bir iç savaş yaşadı Rusya. Az önce de belirttiğim gibi Bolşeviklerin dünyaya açılan tek kapısı Türkiye kalmıştı. Eğer Türkiye, Ermeniler ve Yunanlılar üzerinden İngiliz kontrolüne girmiş olsaydı Bolşeviklerin iç savaşta yenilmesi muhtemeldi. Bu bakımdan Bolşevikler tarihsel Türk düşmanlıklarını kenara bırakarak Türkiye ile ittifak etmek zorunda kaldı ve bu yönde bir dış politika kurguladılar. Sadece Anadolu’da değil, İngiliz karşıtı grupları Afganistan ve İran’da da desteklediler. 16 Mart 1921 tarihli Rus-İngiliz ticaret anlaşmasında açıkça Türkiye, İran ve Afganistan’da İngiliz aleyhtarı hareketleri desteklemeyecekleri maddesinin olmasına rağmen desteklediler. Çünkü bu İngiliz karşıtı mücadeleler Bolşeviklerin hayat memat meseleleriydiKazım Karabekir tarafından yazılan ve Atatürk tarafından onaylanan “TBMM Başkanı Mustafa Kemal’den Lenin’e gönderilen mektup”ta üç temel argüman olduğunu görüyoruz. Birincisi emperyalizme karşı Ruslarla müttefik olunmak isteniyor. İkincisi Ermenilere karşı silahlı mücadelede yer alarak Ermenileri bertaraf edebileceğimiz vurgulanıyor ve Gürcü Menşeviklerin de Bolşevikler tarafından ortadan kaldırılması destekleniyor. Azerbaycan’ın ise Bolşevik hakimiyetine girmesi için aracılık edebileceğimiz vurgulanıyor. Üçüncü ise Doğu’da Ermenilere karşı yapacağımız mücadelede silah ve askerimize gıda ihtiyacı olduğu belirtiliyor. Ayrıca beş milyon altın para isteniyor. Bunun karşılığında da mücadele edebileceğimiz belirtiliyor. Bu üç madde de hem Ankara hükümeti tarafından hem Lenin tarafından uygulanıyor. Kars Antlaşması’nın da Moskova Antlaşması’nın da özü Bolşeviklerin ve Ankara hükümetinin Kafkasya politikasında izlediği bu yoldan geçiyor.

Nitekim Bolşevikler Gürcü Menşevikleri, Türkiye de bölgedeki Ermeni gücünü ortadan kaldırıyor. 26 Nisan 1920’de ise Azerbaycan Bolşevikler tarafından işgal ediliyor ve Ankara hükümeti başka çaresi olmadığı için buna göz yumuyor ve Azerbaycan Bolşevikleştiriliyor. Bu süreci takiben Sovyetler Türkiye’ye 11 milyon ruble altın yardımda bulunuyor. Ruslardan gelen para da Bolşeviklerin kendi parası değil. Buhara Cumhuriyeti’nin Ankara’ya altın gönderdiği yönünde ciddi tarihsel iddialar var. Bolşevikler tabi tarihsel kayıtları ortadan kaldırdı. Buhara’dan gelen altının ne kadarını Türkiye’ye gönderdiler bilinmiyor. Ancak o günkü şartlarda Rusya’da açlık var ve bu parayı Türkiye’ye gönderiyorlar çünkü başka çareleri yok. Türkiye, Yunanistan tarafından işgal edilse ve İngiliz sömürgesi haline dönüşse Bolşeviklerin dünyaya açılan kapısı da kapanıyor. Hatta Stalin bizzat askeri personel yardımı da teklif ediyor ancak Ankara hükümeti bunu kabul etmiyor. Çünkü Ruslar girerse bir daha çıkmaz.

Devamında ise Ankara hükümetinin Fransa ile anlaşmaya varması bölgedeki diğer güç unsurlarını kırıyor. İtalya çekiliyor. İngiltere yalnız kalıyor ve Yunanistan-Türkiye arasındaki ihtilafta arabulucu rolünü üstleniyor. Türkiye’nin Yunanlılara üstünlük sağlaması neticesinde ise İngiltere de artık Ankara hükümeti ile masaya oturmak zorunda kalıyor. Bunların tamamı aslında Kafkasya politikasıyla düzene giren sürecin bir sonucu. Ankara’da doğan bu devletin başarılı Kafkasya stratejisi bütün bölgelerde Türkiye’yi başarıya götürüyor.

Bu noktada şunu da belirtmek gerekir İngiltere’yi masaya oturtuyoruz ama İngiltere’nin de artık gücü, mecali kalmamış. Savaş sonrası çok sayıda asker terhis etmiş. Kanada’dan Avustralya’dan asker alamıyor. Türkiye ile savaşması için Anadolu’ya 36 tümen asker çıkarması gerekiyor ancak 6 tümen askeri bile yok. Afganistan’da, İran’da, Hindistan’da güç kaybediyor. İngiltere her yere hakim ama 1921 yılında artık 1914’ün o güçlü İngiltere’si yok. Bu bakımdan Bolşevik Rusya ve Türkiye ile masaya oturmak zorunda kalıyor.

Sovyet elçileri ve Mustafa Kemal – 1922

Çarlık Rusya sonrası Kafkasya’da kurulan cumhuriyetlerin hikayesini nasıl okumamız gerekir? Genç Türkiye’nin bölgede bu tarz yeni cumhuriyetlerin kurulmasına bakış açısı neydi?

Çarlık Rusyası’nın Kafkasya ve çevresindeki birçok coğrafyayı yayılmacı politikayla peyderpey işgal ettiğini görüyoruz. Kafkasya’daki halklar, Rus Çarlığı’nın yıkılmasıyla birlikte bağımsızlık ihtimaliyle karşılaştılar. Doğal olarak her coğrafya kendi şartları içinde bir bağımsızlık arayışına giriyor. Çarlık taraftarlarıyla Bolşevikler iç savaşa tutuşunca ve dünyanın geri kalanında İngiltere hegemonyası hâkimken Kafkasya’da bağımsızlık arayışında olan halklar, daha çok İngiltere’yi kendilerine muhatap aldılar. O sıralar yeni kurulan Ankara hükümeti ise az önce bahsettiğim gibi kendi varoluş savaşını veriyor ve Kafkasya’da bağımsız devletlerin oluşumunu istemiyor.

Ankara’nın isteği Kafkasya coğrafyasında Bolşevik Rusya ile ittifak halinde olmak. Osmanlı Devleti bu halkları Çarlık Rusyası’ndan ne kadar koparmak isterken Ankara hükümeti ise bölgede bağımsız devletlerin varlığını istemiyor ve Bolşeviklerle ittifak halinde olma gayesinde. Sahnenin birinci perdesinde Osmanlı, Kafkasya’da devlet kurulmasını ve Ruslarla tampon bölge oluşmasını isterken, sahnenin ikinci perdesinde Ankara hükümeti Ruslarla komşu olmak ve bölgedeki İngiliz hegemonyasını kırmak istiyor. İngiltere her ne kadar Birinci Dünya Savaşı’nda kazanan ülke olsa da elinde yeteri kadar asker ve sermaye bulunmadığı için sadece söylem düzeyinde Gürcistan’a ve Ermenistan’a destek olabiliyor. Nasıl ki Yunanlıları bize karşı kuru propagandayla kullandıysa Gürcü ve Ermeni unsurlarını da Rusya ve Türkiye’ye karşı kullanma gayesinde. Ankara hükümetine de yapıyor aynı İngiliz oyununu. Bekir Sami Bey’e, Ankara’nın Kafkasya’da Bolşeviklere karşı durması halinde milli mücadeleyle ilişkilerini müspet yönde geliştireceklerini söylüyorlar.

Bu noktada belirtilmesi gereken en önemli ayrıntı ise Mustafa Kemal ve Kazım Karabekir Paşa, Rusya’da olası bir ikinci iç savaş ihtimalinde, yani Bolşeviklerin düşmesi halinde ancak Türkiye’nin Kafkasya’ya tekrar hâkim olabileceği konusunda hemfikir. Yoksa Türkiye’nin İngiliz veya başka bir destekle Rusları bölgeden atmaya gücünün yetmeyeceğinin farkındalar. Dönemin tabiriyle Rusların içi bozulursa ancak bölgeye dönülebilir. Bunun dışında dönemin konjonktürü ve milli mücadelenin kazanılması yönündeki pragmatist politikalar Bolşeviklerle Ankara hükümetinin Kafkasya üzerinden temas halinde olması yönünde.

Kazım Karabekir

Dönem itibariyle Ankara Hareketi’nin Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti’yle ilgili temasları var mıydı?

Bekir Sami Bey, Ali Fuat Cebesoy Kuzey Kafkasya kökenli olması nedeniyle Kuzey Kafkasya ile Ankara arasında irtibatı sağlayan isimler. Ali Fuat Cebesoy Moskova Büyükelçisi iken Rusya ile 1921’de Moskova Antlaşması yapıldığında yanında Yusuf Kemal Tengirşenk ve Rıza Nur bulunuyor. Tengirşenk hatıratında, Ali Fuat Paşa’nın Moskova’daki Türk büyükelçiliğinde Kuzey Kafkasya’nın her milletinden insanlarla iletişim halinde olduğunun yazmaktadır. Elbette Ruslar da bu durumdan rahatsız. Hatta antlaşma yapıldıktan sonra büyükelçiliğimiz Ruslar tarafından basılıyor ve Ali Fuat Cebesoy Moskova’dan ayrılıyor. Türkiye’nin Kuzey Kafkasya ile olan ilişkisini istemiyor elbette Ruslar. Mesela Dağıstan 1921’de Sovyetler’e bağlı bir cumhuriyet olarak ilan edildiğinde Ankara hükümeti tebrik mesajı yayınlıyor. İrtibat var ama arada Ermenistan ve Gürcistan var. Azerbaycan’ı bile Bolşeviklerin elinden kurtarmak mümkün değilken Kuzey Kafkasya’ya yönelik ciddi bir politika geliştirebilmek hiç mümkün değil.

Burada şunu da ifade etmeden geçemeyeceğim. Kafkasyalı muhacirlerin ve Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti’nin faaliyetleri Bolşeviklerin çok tedirgin olduğu bir konudur. Anadolu’da başlayan hareketin etkili isimlerinin Kafkasyalı olması Ruslarda hep acaba Türkiye geleneksel politikasına dönüp Kafkasya’yı Rusya’dan koparmaya çalışır mı düşüncesini akla getirmiştir. Bekir Sami bey Rusların o dönem istenmeyen adamıdır. İlk Moskova görüşmelerinde kendisiyle anlaşılamamıştır. Ardından Moskova dönüşü üç aylık Kafkasya faaliyetleri son derece sinir bozucudur. Üstüne üstük Ankara hükümeti dış işleri vekili olarak Londra’da, Paris’te Bolşevikler aleyhine İngiliz ve Fransızlarla ittifak aramaktadır. Yapmış olduğu anlaşmaları Mustafa Kemal kabul etmeyince istifa eden Bekir Sami bey yine rahat durmamış ve Avrupa’da Rus aleyhtarı siyasi görüşmelerine devam etmiştir. Baktığımızda Ankara’nın Rusları hizada tutmak için Kafkasya’yı karıştırırım, aleyhine ittifaklara girerim sopası hep hazırda beklemiştir. Çünkü Ruslar söz verdikleri para, silah ve cephane yardımlarını düzensiz, ağır aksak, inişli çıkışlı yerine getirmişlerdir.

Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Bekir Sami Bey gibi birçok önemli isim Kafkasya kökenli. Osmanlı son dönemi ile birlikte Kafkasya’dan gelen göçler, muhacirlerin stratejik bölgelere yerleştirilmeleri, devlet kadrolarında da Kafkas kökenlilerin yetişmesiyle birlikte yönetim kadrolarında ciddi oranda Kafkasya kökenli yer alıyor. Osmanlı’nın son dönemi ve Türkiye’nin ilk döneminde yoğun bir Kafkasyalılık durumu var. Milli mücadelenin simgesi kalpaktır. Kalpak Kafkasya’sın simgesidir. Milli mücadele yıllarının tüm fotoğraflarında Kafkasya’yı ziyadesiyle görürsünüz. Zaman içinde bu tabi azalıyor. Cumhuriyet Türkiyesi ulus devlete geçtiği için Kafkasyalıları da Türk kabul etmiş ve alt kimlikler silinmeye başlamış. Bu süreç sadece Kafkasyalılar için işlemiyor tabi. Ancak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bugüne Kafkasya kökenlilerin etkin olduğunu söyleyebiliriz. Bu Osmanlı’dan kalan bir miras bence, iyi bir miras.

Kuzey Kafkasya Cumhuriyeti yöneticileri

Günümüze gelecek olursak Türkiye’nin kuruluşundan itibaren anlamlı ve istikrarlı bir Kafkasya politikası izlediğini söyleyebilir miyiz?

Kesinlikle söyleyebiliriz. Türkiye 1919’da kurduğu Kafkasya politikasını 1991’e kadar hiç değiştirmeden devam ettirdi. Sovyetler zaman zaman Türkiye’yi tehdit etmesine rağmen Türkiye hiçbir zaman Sovyetler Birliği’nden bir talepte bulunmadı, bulunamadı. Örneğin Kars ve Moskova Antlaşması’na göre Batum’un statüsü değiştirilemezdi Sovyetler değiştirdi, Nahçıvan’a yönelik birçok değişiklik yaptılar, bazı köyleri Ermenilere verdiler tepki göstermedi. Dünyanın ikinci süper gücüne bir şey diyecek bir ülke değildi Türkiye. 1991’de Sovyetler yıkılınca da politika üretme noktasında sorunlar yaşadı. Kafkasya’da olup bitenleri devlet bazında genelde izleyici olarak seyretti. Ancak son 20 yılda yeni bir Kafkasya politikası üretildiğini düşünüyorum. 1991’den sonra Türkiye Azerbaycan’a siyasi ve diplomatik olarak ciddi destek verdi. 2000’lerden sonra da bu destek çok boyutlu olarak her geçen gün arttı. Bugün Azerbaycan’ın Karabağ’da zafer kazanmasının en önemli sebeplerinden biri Türkiye’nin yeni Kafkasya politikasıdır.

Tabii özellikle söylememiz gereken bir diğer husus da 1919-1921’de bırakmış olduğumuz Kafkasya’ya ancak 2021’de fiilen geri dönebildik. Rusya’ya terk ettiğimiz Kafkasya’da artık Türkiye güçlü bir şekilde var. Bundan sonra ne olur diye düşündüğümüzde ise Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın altılı koordinasyon düşüncesi üzerinde durmamız gerekir. Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan yerel, İran, Rusya ve Türkiye ise bölgesel güç olarak bir araya geldiği bir mekanizma kurma stratejisi Türkiye’nin geleceğe yönelik politika üretme sinyallerini de bizlere veriyor. Bu bölgede sulh olabilmesi için bu altı gücün bir araya gelip anlaşması gerekiyor. Ancak Ermenistan yüz yıl öncenin hatalarını tekrar ediyor. O zaman İngiltere ve Fransa’nın desteğiyle “Büyük Ermenistan” hayali kuruyordu bugün ise ABD’nin desteğiyle bu hayaline devam ediyor. Türkiye bu bakımdan Kafkasya politikasını kurgularken sulh üzerinden bir şeyler üretmeye çalışıyor. Sulh için güçlü askeri varlığa ihtiyacınız var. Azerbaycan ve Türkiye Kafkasya’da güçlenmeye devam ettikçe bölgede yeni gelişmeler olacağa benziyor. İran’ın Azerbaycan’a karşı dostane olmayan tutumları gün geçtikçe artmakta.

Tüm bunlara rağmen tabii ki Kafkasya için temennimiz mutlu ve huzurlu bir geleceğe yelken açmasıdır.