Şoucen Kadir’in ardından

Yüzlerce yıl önüne çıkan her orduyu dağıtan, şehirleri, kaleleri yerle bir eden, Rodop’u, Karpat’ı aşıp Tuna’da atlarını suvaran Osmanlı Ordusu Viyana Kal’asının surlarına başını vurup durduktan iki asır sonra…

Devlet-i Ali Osman, bir başka cihette yol bulup akmak derdine düşünce fark etti onları…

Onlar Şark masallarının, Yunan destanlarının mekanı dağlarda garip ve acayip bir takım ademlerdi ki dilleri hiçbir dile benzemez, adetleri hiçbir kavme okşamaz. Ne Musa’yı, ne İsa’yı ne Ahmed’i bilir. Şah tanımaz, sultan önünde el bağlamaz…

Karadeniz’in doğu sahillerinden Gürcistan’ın kuzeyindeki dağların yamaçlarına uzanan bölgede oturan bu kavmi dinine döndürüp safına katmayı hedeflediğinde Osmanlı duraklamadan çöküşe geçer olmuştu.

1780 senesinde Gürcü asıl Ferah Ali Paşa adlı Halveti meşrep bir devlet adamını o kavmin memleketine gönderip din-i mübin’i anlatmayı akleyledi.

Birkaç bin askerle Anapa sahiline çıkan Ferah Ali Paşa kendisini karşılayan bu tuhaf dilli, tuhaf adetli kavme hediyelerle gitti, gönüllerini hoş etti. Nüfuzlu ailelerden birinin kızıyla evlendi. 1780 senesinin yazında Ferah Ali Paşa Şapsığ beyi Kobli’nin kızı ile evlenirken düğününe Kaf Dağı’nın içlerinde yaşayan diğer kabileleri de davet etti. At arabalarıyla, öküz arabalarıyla, atlı ya da yayan binlerce insan geldi düğüne. Darı kaynatıldı, et kaynatıldı, boza döküldü… Ay yüzlü, ince belli kızlar çayıra çıkmış taylara benzeyen zarif delikanlılarla el ele verip son kez tanrıları Hakustaş, Şıble, Thaşho, Kutıj, Pseguaşa ve Ahin adına dans ettiler. Ferah Ali Paşa’nın tercümanı Mehmed Ağa el ele tutuşmuş gençlerin oluşturduğu halkanın ortasında ‘Haydi Hakustaş’ın çocukları… Şible’nin evlatları haydi… Son kez tapın tanrılarınıza ki bundan sonra İslam olup sorumlu olacaksınız. Cehaletin saadeti bitecek bugün, bu sizin yüksüz çıktığınız son oyun halkası. Bundan sonra iman etmenin yükü ile yaşayacaksınız. Yarın bambaşka bir sabaha uyanacaksınız. Haydi son kez hora tepin, sonkez anın Hakustaş’ı, Şible’yi…’

O düğün gününden sonra Kobli’nin kızı ferace giydi, onunla birlikte bütün asil kadınlar… Adlarını değiştirip İslam adı aldılar. Nice erkek sünnet edildi. Her kabilenin seçkinleri Ferah Ali Paşa’ya el uzatıp biat ettiler. Adını Hasan olarak değiştiren Şapsığ Beyi, sakalını uzattı, peygamberin mezarını görüp Kabe’dekikarataşa el sürmek üzere yola çıktı.

Böylece 1780’de bir kavim topluca İslam’ı kabul etti. Bu halk, İslam olan son kavimdi.

O günden sonra bir daha Hakustaş’ı anmadılar. Şible’ye sığınıp, Thaşho’ya dua etmediler. Benzersiz bir sadakatle sarıldılar yeni dinlerine. Sorumluluğun gerektirdiğini yapmak adına yurtlarına giren Rus ordularıyla o dinin inançlıları olarak vuruştular. O gün kabul ettikleri din için öldüler, öldüler… öldüler… Musa’nın kavmini Mısır’dan kurtaran, Sina’da onların üzerine bıldırcın yağdıran, İbrahim için ateşi gül bahçesi kılan, Kefeştetayyuş ve arkadaşlarını üç asır uyutan tanrı onların bu kırılışını sessizce izledi. Gazap elini çekmedi üzerlerinden. Adeta bir bilinmez günahın intikamını alırcasına darmadağın etti onları. Yurtlarını el aldı. dağları bomboş kaldı. Atlarını kaybettiler, mağrur kalpakları düştü başlarından, sürülüp yurtlarından çıkartıldılar, yaban ellerde alınıp satıldılar, dillerini unuttular. Nicesi Karadeniz’de boğuldu, nicesi kayboldu. Gittikleri nice memlekette sahipsiz mezarlıklar kaldı onlardan geriye.

İşte o gazabın şiddetiyle kimi Tuna boyuna, kimi Anadolu bozkırına, kimi Arap çöllerine savrulan ailelerden birinin adı Şoucen. Bu ad İslam olmadan önce Hakustaş’a, Şıble’ye, Pseguaşa’ya, Ahin’e tapan Çerkes halkının din adamlarına verilen addı. Belki o genetik mirastan ötürü inançlı, imanlı bir adamdı Şoucen Abdülkadir.

Ben onu 93 senesinde tanıdım. Fatih, Kıztaşı’nda… Horhor’a dönen yolun sağındaki apartmanın alt katında, Kafkas Vakfı’nda… Hani köşedeki Ozanlar Kahvesinde Refik Amca otururdu. Ben elimde kitaplarla geçerdim kahvenin önünden. İlk nasıl buldum orayı, içeri nasıl girdim, nasıl karşılandım, hatırlamıyorum.

Sovyet yıkılmış ve yetmiş yıl boyunca yurdundan, haber alamamış sürgün çocukları yıkılan duvarın arkasında, atalarının yüz otuz yıl önce terk ettikleri topraklarda köklerinin kaldığını öğrenmişlerdi. Büyülü zamanlardı. Yüz otuz yıl önce kopmuş aileler birbirini buluyor, konuşuyor, görüşüyor, yüz otuz yıllık hasretin acısını çıkarıyorlardı.

İşte böyle bir ortamda kurulmuş bir vakıftı burası. Kafkasya göçmenlerinin torunları tarafından bölgeye ilişkin bir veri merkezi olmak üzere kurulmuştu. Üç beş sivilin girişimi ve maddi fedakarlıklarıyla oluşturulmuş bir yerdi burası. Sovyet sonrasında fokur fokur kaynayan Kafkas kazanı heyecanlarını canlı tutuyordu. Abhazya Gürcistan’la savaşıyordu, Osetya varlığını korumaya çalışıyordu, doğuda Çeçenya Rusya’dan ayrılmak istiyordu. İşte böyle bir ortamda yapılacak çok şey vardı.

Tuhaf gençlik gelgitleri yaşarken, İstanbul’un renkli dünyasının bir köşesinde, içeri girdiğimde kendimi evimde hissettiğim bir kapıydı burası. Orada kendimi evimde hissediyordum, çünkü içeride çocuk kulağımın duyduğu ilk sesleri, ilk sedaları işitiyordum. Haminnemin, babamın, amcamın, halalarımın çetrefil aksanını… Benim aileme akrabalarıma benzeyen insanlar vardı orada. Memleketin farklı yerlerinden gelmiş olsalar da aynı kalıptan çıkmışçasına birbirine benzeyen insanlar.

Ve muazzam bir kütüphane… Kafkasya’da birkaç bin kişinin konuştuğu dillerde yazılmış bez ciltli, deri kapaklı bir sürü kitap. Rusça, Türkçe kaynaklar… Envai çeşit insan gelip giderdi oraya. İstanbul’un namdar bibliofili Teşkilat Refik, 2. Dünya Savaşında Almanlarla savaşmış Musa Ramazan, Mehdi Paşa, Aydın Turan, Tarık Cemal, yalnız adam Medet… Ve Kafkasya’dan insanlar ve dünyanın dört bir yanına dağılmış Kafkasyalılar. Yugoslavyalılar, Ürdünlüler, Mısırlılar, Amerikalılar…

Vakfın tek çalışanıydı Şoucen Kadir. Sürgün’de Tokat’ın Erbaa’sına savrulup orada Kozlu adıyla bir köy kurmuş Abdzahlardandı. Türkçe’yi ana dili Çerkesçe olanlara has tatlı bir aksanla konuşurdu. Hep gülümseyerek karşılardı beni. Herkesi gülümseyerek karşılardı. ‘Kblagha!’ derdi.

Buyururduk… Okula gitmek niyetiyle yürürken kısa bir süre için yanına uğrar, kim bilir nereden gelmiş ilk defa gördüğüm birileri ile Çerkesçe, Rusça, Türkçe, Çeçence, Arapça gibi birçok dilin karmasından oluşan bize özgü bir dille çoğu zaman geçmişi, karmaşık aile tarihlerini, belirsiz geleceği konuşup akşam ederdim. ‘Geç oldu, otobüse yetişmeliyim…’ ‘Kal’ derdi. İkiletmezdim. Gencim… sandalyede, kanepede, kimi zaman üst üste yayılmış iki battaniye üzerinde kıvrılıp yatardım. Kafkasya’yı görürdüm düşlerimde. Kızıl at sürüleri geçerdi gözlerimin önünden, incecik kızlar gülümseyerek selamlarlardı beni. Kocaman kalpağımın tüyleri dökülürdü alnıma. Sabah okula gitmek üzere uyanır, günün çoğunu yine orada geçirirdim.

Her biri çekip giden, çoğuyla bir daha irtibat kuramadığım, birçoğu da vefat etmiş onlarca insan tanımıştım orada. Hepsi ile ilk görüşmede kardeş oluyorduk. Sanayi devriminden sonra insan soyunun yaşamadığı bir psikolojiydi bu. Maziden ötürü kardeş olmak… Kafkasya’dan Türkiye’ye okumak üzere gelen öğrencilere Türkçe öğretmeye çalışıyordum. Zaman içerisinde onların dilinden derme çatma da olsa bir Rusça edinmiştim.

Şoucen Kadir, vakfa gelen onca insana yemek çıkartıyor, her biriyle teker teker ilgileniyor, ihtiyaçlarını titiz bir ev sahibi gibi görüyordu. Herkesle konuşuyor, herkesin yardımcısı oluyor, herkese kendisini çok özel hissettiriyordu. Yeni evliydi… o binanın en alt katında otururdu. Köyünden bir kızcağızla evlenmişti. Bir oğlu oldu, çok uğraştıysa da yaşatmak için mümkün olmadı.

Derken asker babası tarafından okulu uzattığı için evden atılmış Adapazarlı bir Hukuk öğrencisiyle birlikte Kıztaşı’nın arkasındaki evde kiracı olduk. Evi Kadir ağabey boyadı, temizledi, döşedi. Bir baba gibi benimsedi bizleri. Gündüz okulda, akşam onun yanındaydık. Yemeğimizi bile taşırdı evimize. Mürdüm eriğinden yapılmış pekmezi pek sevdiğimi bildiği için annesine sipariş vermişti benim için. Dünden beri damağımda hissettiğim mürdüm eriği tadı o sebepten.

Sadece bize değil, o zaman adı bizim Çeçenyamız olan ülkeden gelen öğrencilere de babaocağıydı onun evi. Yolu bir şekilde İstanbul’a düşmüş Kafkasyalı, Kosovalı, Ürdünlü soydaşlarına da. Eşi de Anadolu’dan okumaya gelmiş Çerkes kökenli kız öğrencilerle ilgilenirdi. Kendine ayırdığı bir günü yoktu. Kblagha… Vothıj… Kblagha… Vothıj… Buyrunuz deyip karşılar, onur verdiniz diyerek uğurlardı.

Derken… Çok geçmedi arası, koca dünya, Osmanlı’nın 1780’de keşfettiği kavmi keşfetti. Ne kolay inanıyordu bu insanlar, ne kolay ölüyorlardı. Ne hesapsız, ne tedbirsiz adamlar olduğunu görüp el uzattı Kafkasya’ya. 1864 Sürgünü’nden geriye kalan insanlar tıpkı 1780’de Karadeniz kıyısındaki köyünde yaşayan Şapsığ beyi gibi kendilerine din anlatan herkese inanıyor, Peygamber’in mezarını görmek, Karataş’a elini sürmek için yola çıkıyor, tanrı rızası için ölmelisin dediklerinde ölüyorlardı. Suud gördü bu insanları, Amerika gördü… Türk hariciyesinin stajyerleri harita üzerinde kanun çalar gibi parmaklarını dolaştırıp Çerkesistan’ı ararken Vehhabi propagandası Kafkasya’da kol gezer olmuştu bile. Tıpkı 1780’de bir düğün sonrasında Ferah Ali Paşa’ya bağlılık yemini ettikleri gibi kolayca inanıyordu Kafkasyalılar.

Onlara ahlaki erdemleri esas alan, kadına erkeğe eşit nazarla bakan, saygı esaslı bir toplum amaçlayan geleneksel din anlayışını hatırlatmak gerekliydi. Savaşarak değil, ahlaklı olarak Tanrı rızasını kazanmak gerektiğini anlatmalıydı. Ölerek değil yaşatarak rıza kazanmayı… Ama nasıl… Türk devleti tıpkı kocaman sarıklı Osmanlı ataları gibi onların ihtiyacı olanı vermekte çok geç kaldığına göre iş gönüllü birkaç adama kalmıştı. Birkaçı Türkiye’den, birkaçı Suriye’den, Kosova’dan, Ürdün’den Çerkes kökenli din adamı ata yurtlarına eğitimi vermek üzere kendi imkanlarıyla yola çıkmıştı bile. Ne yürekli, ne inançlı, ne eşsiz insanlardı onlar.

Bir akşam vakıfta Ahmet Yesevi söylencelerini konuştuğumuzu hatırlıyorum. Hani Hoca Ahmet Yesevi müritlerini toplamış bir ovaya akşam üstü. Her birinin elindeki çerağı kendi elindeki ateş ile tutuşturup, ‘haydi diyar-ı Rum’a gidip orayı aydınlatın’ demiş… Binlerce mürit Anadolu’ya gelmiş onun işaretiyle…

Şoucen Kadir ata yurduna gitmeye çoktan karar vermişti. Eşini ve kızını yanına alıp Adıgey’de bir köye yerleşti. Herhangi bir finansörü yoktu, herhangi bir yapı, herhangi bir sivil toplum örgütü namına hareket etmiyordu. Bildiğince konuşuyordu insanlarla. Bildiği kadarını anlatıyordu.

Anasından öğrendiği dille, sıcacık gönlüyle, güler yüzüyle… ‘Komşunu seveceksin, öldürmeyeceksin, yalan söylemeyeceksin. Elinden dilinden belinden emin olacak cümle alem. Din insanların birbirini sevmesini sağlamıyorsa inanç değil, ideolojidir. Bu ayrıma dikkat edin…’

Geleneksel Çerkes yaşamının her alanında erkeğiyle yan yana olan, kaç göç etmeyen, saklanmayan Çerkes kadınları kadını yok sayan Arap din adamlarının anlattıklarından sonra Şoucen Hoca’nın anlattıklarıyla aydınlanmışlardı. Çevresine toplanan yaşlı kadınlara yetmiş yıldır anmaları yasak olan Tanrı adını talim ettirdi. Kocamış adamlar tıpkı Ferah Ali Paşa’nın önünde sadakat yemini eden ataları gibi bu dine sadakat yemini ettiler. Gençler tanrı kelamını okumayı öğrendi, nice insan sünnetli ölmek için operasyonu göze aldılar.

Şoucen Abdülkadir orada uzun süre kaldı. Fakat çevresinde oluşturduğu sevgi halkası kısa sürede fark edildi. Rus yönetimi tarafından sorgulandı. ‘Türk ajanı mısın?’, ‘Bir ajan bu köyde ne yapar ki… ben bu insanlara dinlerini hatırlatmak üzere buradayım… Herhangi bir yerden finans sağlanmıyor, kendi imkanlarımla, kendi namıma hareket ediyorum. Yanımda hiç kimse olmaksızın ata yurduma vefa borcumu ödüyorum…’

Oturumu uzatılmadı. Adıgece’den başka dil konuşamayan iki kızıyla birlikte Türkiye’ye döndü. Çocukların eğitimi meselesi vardı önünde. Maddi imkanlarını tüketmişti. Hiç kimseden hiçbir şey istemiyordu.

Döndükten sonra defalarca gelip ziyaret etti beni. Ata yurdunu, orada edindiği dostları anlattı. Eyüp’te bir mescitte geçiriyordu vaktini. Yine ana diliyle videolar, ses kayıtları hazırlayıp Adıgey’e gönderiyordu. Orada edindiği arkadaşlarıyla bağını koparmamıştı.

İstanbul’da kimi programlarda karşılaşıyorduk. Camianın iftar programlarında Çerkesçe dualar ediyordu. Kafkasya’dan gelen kimi öğrencilerle irtibatlıydı. Türkiye’ye yerleşmiş insanların ikamet problemleriyle, hastalarla ilgileniyordu. Evi yine konsolosluk binası gibi hizmet veriyordu. Anlatıyordu, insanları birbirine emanet ediyor, onunla görüşüyor musun, bununla haberleşiyor musun diye soruyordu. Her cuma telefonuma bir mesaj düşüyordu ondan. Haminnemin aksanıyla yapılmış şiir gibi dualar. Hepsi insan sevgisi, doğruluk, dürüstlük üzerine.

Çok duramadı… Çocukların burada yüksek eğitim görecekleri okullar belli olduktan sonra tekrar döndü Kafkasya’ya, bu sefer atalarının çıktığı köye, kendi klanının yaşadığı Şoucenhable’ye. Artık WhatsApp üzerinden irtibatlıydı herkesle. Köyün gençleriyle yaptıkları geziler, piknikler, dualar, ziyaretler… Her görüntüde çok mutluydu. Yurdundaydı.

Yine uzunca bir süre kaldıktan sonra Rusya, ata yurduna bunca gönül bağlamış bu adama vatandaşlık vermeyi sakıncalı bulduğundan tekrar Türkiye’ye döndü. Yine aradı beni. Bildiği en arı duru din bilgisinin gereği olarak. Vefalı olacaktık, birbirimizi sevecek sayacaktık, komşumuza iyi niyet besleyecektik. Din nasihatti. Din iyilikti, güzellikti.

Oysa modern dünyada din ideoloji olmuştu artık. Uluslararası bir dizi gayret neticesinde din bir terör felsefesi haline gelmişti. İnsanlar yakılıyor, şehirler yıkılıyordu. Dünyanın bir ucundaki hasta ruhlu bir müezzin ülkede iktidar elde etmek için uçak kaldırıyor, köprü kapatıyordu. Artık hiç kimse Tanrı hatırına başkasını sevmekten bahsetmiyordu. Nefret etmek bu yeni din ideolojisinin en temel kuralıydı. İnanacak, bağlanacak ve ötekinden nefret edecektin. Hakim, mağrur, şedit ve hiddetliydi bu dinin temsilcileri. Din artık ideoloji olmuştu benim ülkemde de ve benim gönlümde o ideolojik dinin yeri yoktu.

Benim dinim Şoucen Hoca’nın Adıgecesi’nde dile geliyordu. Fvılhaghun! Psape! D’apegun! Xabze! Gabzeu! Txitlhir! Txamper! Case! Nibjeghughe! Zekoşhnighe! buydu onun dini. Sevmek, saygı göstermek, hoşgörülü olmak, dostluk, kardeşlik… Anadolu’da Yunus dilinde şiir olmuş dini anlatıyordu. Yıkmaktan, vurmaktan, nefret etmekten değil sevmekten, anlamaktan yanaydı.

Ne ki her şeyi yazamıyor insan. Benim gibi yapabildiği tek şey yazmak olan bir insanı yazmaya zorlayan yazamadıklarıdır.

Köyüne döndü. Tokat’ın Erbaa’sındaki köyüne. Kozlu’ya döndü sonunda. Toprağını seviyordu. Köylülerini, insanlarını, dağını taşını seviyordu. Birlikte geçirdiğimiz günlerde bana köyünü anlatırdı. Komşu köye misafir geldiğinde çocukları koşturup lüküs lambası isteyen komşu köyü… Hani sabaha karşı tekrar göndermişler çocukları… ‘Güneş doğdu, bu lambayı nasıl kapatacağız, onu da söyleyin bari’ demek için…

Ve tarlada çalışırken radyo dinleyen adamı… Neşeli bir türkü başladığında radyoyu kapatıp, ‘Bunu eve gittiğimde eşimle dinleyeyim!’ diyen tertemiz adamı. Kış gecelerinde samanlıklarda yapılan coşkulu eğlenceleri… Büyüklerini, dostlarını, akrabalarını… Yüreğinin bir yarısı Kaf Dağı’nın ardındaki Şoucenhable’de, Jırakhiy’de, diğer yarısı Erbaa’nın Kozlu’sunda… Ve bir parça da İstanbul’da… Eyüp Sultan’da, Fatih Külliyesi’nde, Dülgerzade Mescidi’nde…

En son görüşmemizde, telefonda yine o sevecen sesiyle Kafkasya’yı anlatmıştı bana. Türkiye’ye döndükten sonra oradaki bazı gençlerin kendisini arayıp ‘Sen burada iken kalbimizdeki inancı canlı tutuyordun. Sen gittikten sonra su verilmeyen çiçekler gibi solduk’ dediklerini. Sesinden gülümsediğini anlıyordum. Gülümsüyordu… Hep gülümsüyordu.

Geçtiğimiz gün, dünyayı teslim alan bu tuhaf zamanlar hastalığına yenik düştüğünü öğrendim Şoucen Abdülkadir’in. Kaf Dağı kadar büyük bir ateş düştü gönlüme. Ne çare. Dün köyünde babasının mezarının yanına defnedildi.

1780’de Tanrı buyruğuna iman eden o küçük halktan geriye pek bir şey kalmadı. Gittikleri diyarda da yakalarını bırakmayan savaşlarla sürgünlerle yeniden yollara düştüler. Kosova boşaldı, Kuneytra boşaldı, Golan boşaldı… Bir sürü kuşun karşılıklı cıvıldaşmasına benzeyen o kadim dili anlayan pek kimse de yok artık. Ana yurttan gelen gençler bile meramını anlatamıyor bu dilde. Türkiye’de milli davalarını yaşatmak uğruna bir şeyler yapmaya çalışan bin kadar sivil toplum gönüllüsü çoğunlukla birbirine dargın, öfkeli, kinli…  Bir halkın pusulası kırılmaya görsün.

O halktan geriye kalan en nadide kişilikti Abdülkadir. Bir başına milletti. Bir başına dildi, kültürdü. Bir başına bir inanmış adamdı. Dostlarına yeterdi. Acılı günlerimizde yanımızdaydı. Sevinçli günlerimizde yanımızda. Onunla geçen otuz yılda dilinden bir tek kaba söz, bir tek bayağı laf, bir tek lüzumsuz lakırdı duymadığıma şahitlik ederim. Ve yine bu otuz sene içinde onu hep gülümser gördüğüme şahitlik ederim. Gülümseyerek karşılasın ezeli alemde onu sevgili peygamberimiz. Gülümseyerek karşılasın Koblı Hasan Bey. ‘Kblagha!’ desin. Kıymetli annesi Müşerref Hanım, dünya gözüyle doyamadığı oğlu, babası… Gülümseyerek karşılasın onu verdikleri söz uğruna inancından dönmeyen, darmadağın olma bahasına Tanrı’nın merhametinden ve sevecenliğinden ümit kesmeyen, sürülen, öldürülen, yok edilen ataları… Gülümseyerek karşılasın.

Dünyada huzurla yaşayamadığı Kafkasyası’nın eğer bezm-i ezelde bir muadili varsa, işte orada üç oklu, on iki yıldızlı yeşil bayrağın altında bir araya gelsin kavminin şehitleriyle.

Vothıj Şoucen Kadir! Vothıj si blagha lhape! Vothıj wo tsıfı dah! Wui goghur mafe ux!

AdıgeyDiaspora

Bu makalede yer alan görüşler yazara aittir ve Ajans Kafkas'ın editöryel politikasını yansıtmayabilir.
Diğer Köşe Yazıları