Mustafa Özsaray ile İmam Şamil üzerine söyleşi

İmam Şamil ismi oldukça karizmatik, dikkat çeken bir isim. Onun varlığı Kafkasya ile ilgili en basit bilgi kırıntılarında dahi görülebilir. Hakkında çıkan hikaye ve romanlar dört bir yana yayılmıştır. Kıyafetleri, kalpağı, bakışları ve en önemlisi mücadelesiyle efsane bir biçimde yer etmiştir zihnimizde. Sanki bu bakımdan bilimsel araştırmalara konu olmamıştır çok.

Mustafa Özsaray ise tam da bu süreçte Osmanlı arşivlerine girdi ve Şamil’le ilgili birçok belgeyi derleyip incelediği yeni bir çalışmaya (Osmanlı Belgelerinde Kafkasya – 2: Kuzey Kafkasya İmamı Şeyh Şamil) imza attı. Özsaray hoca zaten uzun yıllardır Kafkasya ve tasavvuf merkezli birçok kitap yazmıştı ve bu son çalışmasını yaparken aynı zamanda yeni bir kariyere adım attı ve Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesinde öğretim üyesi oldu.

Sonuç olarak bize de bu konuyla ilgili Mustafa Özsaray’la söyleşi yapmak düştü, sağ olsun hoca değerli vakitlerini ayırdı ve sorularımıza oldukça doyurucu cevaplar verdi. Özetle; İmam Şamil’in efsanevi kişiliği, Osmanlı’daki serüveni, Sultan Abdülaziz ile olan ilişkisi, ismiyle ilgili imam ve şeyh kavramlarının kullanımı, tasavvufla olan ilişkisi, çocuklarına ne olduğu gibi birçok konuyu açmaya çalıştık. Oldukça kapsamlı olan eseri ve bu söyleşiyi okuyucunun ilgisine sunuyoruz.

İmam Şamil ile ilgili arşiv belgelerine dayalı bir eser hazırlama fikri nasıl oluştu?

İmam Şâmil, Kuzey Kafkasya için olduğu kadar bütün dünya Müslümanları için de her yönüyle örnek alınması gereken bir şahsiyettir. Bildiğiniz gibi bu sene onun vefatının 150. sene-i devriyesi. Ömrünü Allah yolunda mücâhede ile geçiren İmam Şâmil, esaretten kurtulduktan sonra ruhunu teskin için bu dünyada son durak olarak Medine’yi seçmişti. Vatanından uzakta onun acısını ancak bu mübarek belde dindirebilirdi ki öyle de oldu. O aslında bu seçimiyle Rabbi’ne o kutlu beldede kavuşmak istiyordu. Bu vesileyle kendisini rahmetle anıyoruz. Allah Kuzey Kafkasya’nın istiklâli için verdiği mücadeleden dolayı ondan razı olsun. Allah ona dünyada Resulullah’a komşu olmayı nasip eyledi, âhirette de onu livâü’l-hamd altında haşreylesin.

Bu girişten sonra gelelim sorunuza; Kuzey Kafkasyalı bir ailenin çocuğu olmam ve o çevrede yetişmem sebebiyle büyüklerimizden onun bir kahraman olarak ismini hep duyardım. Onun resimlerini de ilk defa Kırıkkale Kuzey Kafkasya Kültür ve Yardımlaşma Derneği’nde görmüştüm. Hatırladığım kadarıyla Kırıkkale İmam Hatip Lisesi orta kısmına devam ediyordum. O yıllarda Milli Türk Talebe Birliği’ne de devam ediyordum. Orada da İmam Şâmil’in çok sevildiğine şahit olmuştum. Yine o milliyetçi camiada da çok sevilen bir kahramandı. Bunun sebebi altmışlı ve yetmişli yıllarda Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik komünizm ihracına karşı Şâmil’in özgürlük savaşçısı bir kahraman olarak gençlere örnek gösterilmesiydi. Anladım ki o herkes tarafından sevilen bir kahramandı. Milli Türk Talebe Birliği’nde gençlere okuma alışkanlığı kazandırmak amacıyla kitap okumaları yapılıyordu. Böylece bende de kitap okuma ve bir kütüphane oluşturma sevgisi başlamıştı. Hatırladığım kadarıyla ilk okuduğum kitaplardan biri de onun istiklal mücadelesi ile ilgili bir kitaptı. Mustafa Zihni Hızal’ın “Şeyh Şâmil-Şimali Kafkasya İstiklâl Mücadeleleri” adlı bu kitabı okuyunca Şâmil hakkında ilk bilgileri öğrenmiş ve çok heyecanlanmıştım. Daha sonra Tarık Mümtaz Göztepe’nin “İmam Şâmil” isimli eserini okuyunca ona karşı sevgimiz daha da artmıştı. Üniversite sonrasında İstanbul’da Osmanlı Arşivi’nde işe başladığımda onunla ilgili ve Kafkas muhacirleri ile ilgili belgeleri okudukça bu konularda eser yazmayı hep hayal ettim. Bir grup arkadaşla birlikte Kafkas Vakfı’nı kurduğumuzda yaptığımız ilk faaliyetlerden biri de arşivdeki bu konudaki belgelerin birer fotokopisini alıp vakfımızın kütüphanesine kazandırmak oldu. Bu konuda vakıf tarafından oluşturulan bir ekip arşivde epeyce bir süre katalogları tarayıp Kafkasya ile ilgili belgelerin fotokopilerini temin ettiler. O zaman yönetimin bir faaliyeti olarak “Osmanlı Belgelerinde Kafkasya” adlı proje ile bu belgeleri neşredip kültür dünyamıza kazandırmak istiyorduk. Böylece Kafkasya tarihi ile ilgili ilmi veriler de ortaya çıkacaktı. Nihayet vakfımızın bir yayını olarak bu proje kapsamında “Osmanlı Belgelerinde Kafkasya 1, Savaş ve Sürgün” adlı eseri hazırladım. Bundan sonra aklımda hep İmam Şâmil ile ilgili belgelere dayalı bir çalışma yapmak vardı. En sonunda İmam Şâmil ile ilgili bu çalışmaya başladım. Osmanlı Arşivi’nde yeni belgelerin tasnifi ile birlikte Şâmil hakkında çok sayıda belge olduğunu gördüm. Arşivde, Şeyh Şâmil anahtar kelimesi ile yaptığım katalog taramalarında iki yüzün biraz üzerinde belge tespit ettim. Onlar üzerinde uzun süre çalıştım ve sonunda Allah, bu eseri yayınlamayı nasip etti. Böylece arşive ilk girdiğim zamanlardaki hayalim de gerçekleşmiş oldu.

Hazırladığınız eserde yayınladığınız bu belgelerde onunla ilgili yeni neler var?

Kuşkusuz, bu belgeler Osmanlı Arşivi’nde bulunmaları dolayısıyla genel olarak Şeyh Şâmil’in Osmanlı Devleti ile ilişkilerini içermektedir. Bu arada Şeyh Şâmil özelinde Osmanlı-Rus rekabeti ve diplomasisine dair bazı bilgiler de bulunmaktadır. Biz Şeyh Şâmil’in hayatı ve mücadelesi hakkında her bilgiyi önemsediğimizden yeri geldikçe onun arkadaşları ve ailesiyle ilgili olanları da değerlendirdik. Buradan hareketle bu çalışmanın Şeyh Şâmil’in tasavvufî ve devlet adamlığı kimliği, Osmanlı Devleti ile ilişkileri, Ruslara karşı dînî ve millî duygularla yaptığı gazavâtı ile aile fertleri ve dava arkadaşlarının savaş ve barış dönemlerindeki hayatları hakkında yeni bilgiler ihtiva ettiğini belirtmemiz gerekir. Belgelere dayalı bu eser Kafkasya siyasi tarihi ile ilgili araştırmaların dışında özellikle ülkemizde neredeyse hiç çalışılmamış olan Kafkasya tasavvuf tarihi için de önemli verileri içermektedir. Bu itibarla şimdiden bu eserin özelde Şeyh Şâmil ve genelde Kafkasya siyasi ve tasavvufi tarihi ile ilgili yapılacak yeni çalışmalar için önemli bir kaynak olacağını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Temel bir soruyla devam etmek isterim, bazen İmam Şamil bazen de Şeyh Şamil diyorsunuz, genelde de ondan bahsedilirken bu iki isim kullanılmakta, bunların farkı nedir?

Aslında iki şekilde kullanılması da doğru… Hatta iki unvanının bir arada kullanılması daha doğru bence… Şeyh Şâmil de denilse İmam Şâmil de denilse bir yanlışlık yok. Çünkü o tasavvufî bir çevrede doğup büyüdü, sûfilerle birlikte mücadelesini sürdürdü. Bundan dolayı Şeyh Şâmil adıyla meşhur oldu. Kendinden önce mücadeleyi sürdüren imamların da şeyh unvanları vardı. Mesela gazavât hareketini başlatan lider olarak kabul edilen İmam Mansur da belgelerde Şeyh Mansur olarak karşımıza çıkmaktadır. Şâmil de böyle. O da tasavvufla iç içe idi. Hatta yakın dava arkadaşlarının çoğu sûfi idi. Gazavât hareketine liderlik eden İmam Muhammed’in şehadeti üzerine yerine İmam Hamzat seçildi. Onun da şehadeti üzerine Şeyh Şâmil imam seçildi, böylece artık o imam oldu. Rus işgaline karşı beyler, hanlar, âlimler ve şeyhler öncülüğünde ayrı ayrı verilen direniş hareketleri onun Dağıstan’da imam, yani devlet başkanı olarak seçilmesinden sonra tek merkezden yürütüldü. Şâmil tarîkatların son derece etkin olduğu Kuzey Kafkasya’da Nakşibendî tarîkatının Hâlidiyye koluna mensup bir şeyh olması, ülkesinde halkın ittifakıyla imam olarak kabul görmesi ve Osmanlı Devleti’nin de kendisinin bu nüfuzunu kabul ederek vezirlik ve serdar-ı ekremlik unvanlarıyla kuvvetlendirmesi sonucunda liderliğini iyice pekiştirdi. Tasavvuf tarihi geleneğinde görüldüğü üzere o zor zamanlarda ortaya çıkıp ülkesi için sorumluluk alabilme bilincine sahip meşâyih arasında en ön sıralarda gelir. Bu bakımdan Sefîne-i Evliya adlı eserin müellifi Hüseyin Vassâf’ın, Mutasavvıflar arasında Şeyh Şâmil kadar mücâhede eden kimse yok gibidir, tespiti son derece önemlidir. Hatta Şâmil’in imamlığa seçilmesinden itibaren devlet adamlığı vasfı daha çok öne çıkmıştır. Bu yüzden o, kimi araştırmalarda Şeyh Şâmil yerine İmam Şâmil olarak da isimlendirilmiştir. Belgelerde her iki unvanın bir arada kullanıldığı da vakidir. Bu çalışma sırasında Osmanlı Arşivi’nde yaptığımız uzun araştırmalar sonucunda gördük ki belgelerde onun ismi Şeyh Şâmil olarak geçmektedir. Osmanlı Devleti resmi yazışmalarında olduğu gibi kendisi, çocukları ve yakın arkadaşlarının mektup ve arzuhallerinde de imza yerinde adının Şeyh Şâmil olarak kaydedildiği görülmektedir. Bununla birlikte yine belgelerde Şeyh Şâmil için “Serdar-ı Ekrem/Başkumandan” ve “İmam/Devlet Başkanı” unvanları geçmektedir. Şeyh Şâmil’in imamlığı başlangıçta Dağıstan’la sınırlı olsa da zamanla bütün Kuzey Kafkasya’ya hâkim olmuştur. Bunu Kuzey Kafkasya’nın büyük eyaletlerine tayin ettiği nâiblerinden anlıyoruz. Bu nâibler ona bağlı olarak oralarda hükümet etmiştir. Dolayısıyla Şeyh Şâmil bütün Kuzey Kafkasya’nın imamı, yani devlet başkanı idi. Bu sebeple onun tarihe mal olmuş meşhur adı ile birlikte imamlık unvanını birlikte yaşatmak gerekmektedir. Biz de hazırladığımız esere bu maksatla “Kuzey Kafkasya İmamı Şeyh Şâmil” ismini verdik. Çünkü millî ve İslâmî kimliği ile bir bütün olan ve bağımsızlık idealiyle karekteri şekillenen Kuzey Kafkasya’sız sadece Şeyh Şâmil veya İmam Şâmil onu tam olarak tanımlamış olmamaktadır. Bu şekilde bağımsız kalması için geceli gündüzlü bütün bir ömrünü harcadığı ve uğrunda milyonlarca şehidin verildiği vatanının adı da onun ismi ve unvanıyla bütünleşmiş olacak ve gelecek kuşaklara onun misyonu ve vizyonu aktarılmış olacaktır.

Şamil’e hep efsanevi bir kahraman gözüyle bakılıyor. Bunun sebebi ne olabilir?

Mazlum milletler içinden zulme direnen ve başkaldıran kahramanlar hep çıkmıştır. Bunlara da kahramanlık unvanı durup dururken verilmez. Kahramanlar verdikleri mücadelenin bir neticesi olarak halkın gönlünde yer ederler ve zamanla efsanevî bir kimliğe büründürülürler. Şâmil de özelde Kuzey Kafkasyalıların bir kahramanıdır, ama aslında o, dünya Müslümanlarının lider ülkesi konumundaki Osmanlı’nın düşüş yıllarında bütün Müslümanların hayranlıkla mücadelesine tanık oldukları gerçek bir kahramandır. Yani o zor yıllarda İslâm’ın gür sesini haykıran bir lider olarak ümmetin bir kahramanı olmuştur. Aynen Kuzey Afrika’da mücadele eden Cezayirli Şeyh Emir Abdülkadir gibi… Bu iki zatın birbiriyle mektuplaşmaları da olmuştur. Ve bunlar Osmanlı Devleti ile irtibatlı hareket etmişler ve himaye görmüşlerdir. Bununla birlikte Şâmil’in kahramanlığı tarih öncesi zamanlardaki efsanevi kahramanlarla karıştırılmamalıdır. Onun mücadelesi tüm dünyanın gözü önünde cereyan etmiş ve bir şekilde dönemin matbuat ve arşivlerine kayıtları düşmüştür. Dolayısıyla bütün dünya zamanında onun kahramanlığından bahsetmişlerdir ki biz de bu eserde buna dair kayıtları ortaya koyduk. Zaten yiğitlik, kahramanlık sonradan kazanılan bir erdem değil, bir bakıma bir Allah vergisi. Böyle zatlar zor zamanlarda ortaya çıkıyor ve görevlerini yapıyorlar. Bunların kalplerine ve beyinlerine haydi göreve düşüncesi bir şekilde ilham şeklinde doğduğuna inanıyorum ben. O da bunun farkında zaten, ne demişti o: “Akıbetini düşünen kahraman olamaz.” Bu meşhur sözüyle o, korkakların özgür olamayacağını hatırlatıyordu. Ama o kahraman desinler diye savaşmıyordu tabii ki; vatanının istiklali ve Allah’ın adının yüceltilmesi için savaşıyordu. Çünkü Kafkasya ta Hz. Ömer zamanından İslamiyet’le şereflenmiş bir ülke idi ve Hristiyan bir düşmanın eline geçmemeli idi. Eğer orası düşerse hilafet merkezi İstanbul da sıkıntıya düşerdi, Şâmil bunu biliyordu. Buna dair düşünceleri belgelerde satır aralarında görüyoruz. Şâmil ve milleti ülkelerini işgalden kurtarmak için olağanüstü gayet gösterdiler. Elden gelen yapılmasına rağmen takdire boyun eğildi. Biz her ne kadar zahiri sebepleri tartışsak da -ki kendileri de bunu sorguladılar- ve hataları araştırsalar da takdir-i ilahinin tecellisine de teslim oldular. Son anına kadar direndikten sonra artık daha fazla ülkesinin ezilmesine gönlü razı olmayınca teslim oldu ve esir düştü. Şâmil o ağır yükü de sırtlandı ve gurbetin acısını derinden hissetti. Uzun yazışmalar sonucunda esaretten kurtarıldıktan sonra İstanbul’a geldi. Kendisine hazineden verilen para ile Bayezid Koska’daki Zarif Mustafa Paşa Konağı satın alındı. Orada son zamanlarını rahat yaşayabilirdi ama onun ruhundaki fırtınayı ancak Resûlullah’ın âğûşu dindirebilirdi ki o da bunu yaptı. İşte böyle; onun hayatı rutin dışı, farklı, sözleri, duruşu, kararları ve mücâhedesi gelecek kuşaklara hep mesaj yüklü. Hayatını gerek hazarda gerekse seferde iman, salih amel, edep ve ahlak kuralları içinde ölçülü sürdüren bir gerçek kahraman ama aynı zamanda halkın gözünde efsane. Yani Şâmil ismiyle ebediyete kadar yaşayacak sıra dışı bir lider. Biz böyle büyük liderlerin efsaneleşmesine engel olamayız ama bunların gerçek hayatlarının da bilgi ve belgelere dayalı olarak yazılması şarttır. Çünkü tarih efsanelere göre değil gerçek bilgilere ve belgelere dayalı yazılır.

Şamil için Kafkasya’dan çıkan en önemli kişi diyebilir miyiz?

Evet, en önemli kişi diyebiliriz. Hatta o ismi unutulmayan bir dünya lideridir. Nice devlet başkanları gelip geçmiştir, isimleri unutulmuştur ama Şâmil’in ismi mazlum milletlerin bir umudu olarak hep yaşayacaktır. Çünkü o Kafkasyalılara ve diğer mazlum milletlere ölmeyecek bir mesaj bıraktı. Vatan için her türlü fedakârlık yapılır. Bütün bir ömür vatan için harcanabilir, bunu kendi hayatıyla öğretti. Şeyh Şâmil Rusya’ya karşı kazandığı askerî zaferlerinin yanı sıra iç ve dış siyasetteki başarılarıyla gerek Osmanlı Devleti’nin gerekse Avrupa devletlerinin de dikkatlerini üzerine çekti. Bu itibarla Kuzey Kafkasya direnişi onun liderliğinde Avrupa siyasetinde de daima gündemde kaldı. Dediğim gibi onun mücadelesinin mazlum milletlere ilham kaynağı olan yönleri de vardır ama o öncelikle vatanı olan Kuzey Kafkasya’nın daima gönüllerde yaşayacak olan millî ve dînî bir kahramanıdır. Bu yönüyle Kuzey Kafkasyalıların onu iyi tanıması şarttır.

Şamil’in temel hedefi neydi?

Bu soruyu Şâmil’in siyasi mücadelesi bağlamında sorduğunuzu anlıyorum. Yaptıklarına bakarak gayesini cevaplayabiliriz. Ama öncelikle şunu söylemem gerekir ki bu tür zatlar her işini Allah rızası için yaparlar, eğer bir şeyde Allah’ın rızası yoksa ondan fersah fersah kaçarlar. O her ne kadar kahraman olsa da kahraman desinler diye savaşmadı. Şâmil’in uğruna ömrünü verdiği davası vatanının bağımsız olması ve Allah’ın adının yüceltilmesi idi. Onun savaşının temel gayesi bu idi. Hareket stratejisini ise onun “O taraftan sizler bu taraftan bizler Rus kuvvetlerini ortalığa alıp Kafkasya’dan kovacağımıza inanıyorum” sözünde görebilmekteyiz. Yani Rusya’nın Kafkasya’dan çıkarılmasını Osmanlı ile ittifak halinde mücadele etmekte görüyordu. Tabii ki Allah’ın rızasını kazanmak niyetiyle i‘lâ-yı kelimetullah ve ülkesinin bağımsızlığı için savaşıyordu. Onun temel düşüncesi bu idi diyebiliriz.

Şamil’in bu mücadelesi sırasında Osmanlı Devleti ile ilişkileri nasıldı? Osmanlı’nın ona bakışında öne çıkan taraflar nelerdi?

Şeyh Şâmil mücadelesi sırasında Osmanlı Devleti’ni en büyük hamisi olarak görüyordu tabii ki. O, İstanbul’da daimi bir temsilci bulunduruyordu. Bu temsilcisi aracılığıyla saray ve hükümetle temaslar kuruyordu. Bazen de Erzurum valisi ve kumandanı vasıtasıyla temas da kurmaktaydı. Her şeyden önce padişahı halife olarak kabul ediyordu. Bununla birlikte ondan önce Kuzey Kafkasya Osmanlı Devleti’nin himayesi altında beyler ve hanlar tarafından yönetiliyordu. O imam olarak seçildikten sonra Osmanlı ile ilişkiler daha çok onun ortaya koyduğu devlet nizamı içerisinde yürütülmüştür. Osmanlı Devleti de ona her zaman siyasi destek vermiş ve ilişkilerini sıcak tutmuştur. Belgeler bize gösteriyor ki iletişim kanalları hep açık tutulmuştur. Ancak Osmanlı Devleti ile Şâmil’in ilişkilerini, Osmanlı’nın Rusya ile olan ilişkilerini de göz önünde bulundurarak anlayabiliriz. Bu konuda merak edilen şey Osmanlı’nın Şâmil’e destek verip vermediği meselesidir. Bu konuda belgelere bakıldığında ki hazırladığımız eserin sonuç kısmında da bunu özetle dile getirmiştim. Bu konuda kısaca şunu söyleyebilirim: Osmanlı Rusya ile savaş halinde iken kendisine imkân dâhilinde maddi manevi destek sağlamıştır. Rusya ile barış zamanlarında doğrudan Şeyh Şâmil’e yardım yapmasa da dolaylı olarak maddi destek vermiştir. Özellikle Sultan Abdülmecid’in Şeyh Şâmil’e gönderdiği 5 Muharrem 1270/8 Ekim 1853 tarihli fermanın hitap cümlesi onun Osmanlı Devleti tarafından Dağıstan emiri ve kumandanı olarak resmen kabul edildiğini göstermektedir. Şeyh Şâmil bu vasıflarıyla Osmanlı Devleti tarafından “Allah’ın inayetiyle [Kuzey Kafkasya’daki] İslâm kalelerinin muhafızı” olarak kabul edilmiş olmaktadır. Bununla birlikte Şeyh Şâmil kuvvetlerinin Kırım Harbi sırasında Osmanlı Devleti ile ittifak halinde Ruslara büyük zayiatlar verdirerek galip gelmelerine ve Rusların ülkelerinden atılmasına ramak kalmasına rağmen barış görüşmelerine başlandığını ve sonunda 1856’da Paris’te imzalanan barış antlaşması şartları içerisine dâhil edilmeyerek Ruslara bırakıldıklarını ve bundan dolayı her ne kadar ölünceye kadar savaşmaya devam kararı alsalar da Osmanlı yönetimine kırıldıkları anlaşılmaktadır. Şeyh Şâmil kendileri açısından 1856 yılındaki bu beklenmedik barış antlaşmasından sonra da direnmeye devam etmiş ve bu sırada Osmanlı Devleti’nden yine yardım taleplerinde bulunmuştur. Bu süreçte yardım isteklerinin sitemkâr bir üslupta dile getirildiği görülmektedir. Şeyh Şâmil de, aynen Çerkesya’daki Sefer Bey gibi Paris Barış Antlaşması’nı tanımayarak Ruslara esir düştüğü 1859 yılına dek son gücüne kadar direnişini devam ettirmiştir. Paris Antlaşması’ndan sonra devam ettirdiği bu direniş sırasında Şeyh Şâmil’in Osmanlı yönetimine gönül kırıklığı içinde olduğunu belirtmemiz gerekir. Bu keyfiyeti ortaya koyan bazı belgeler bulunmaktadır. Bunlardan en önemlisi Şeyh Şâmil Efendi’nin vekili, Dağıstan ahalisinin mürşidi ve Nakşibendî tarîkatından Seyyid Cemâleddin Efendi’nin Sultan Abdülmecid Han’a gönderdiği 1 Rebîülevvel 1274/20 Ekim 1857 tarihli Arapça mektuptur. Seyyid Cemâleddin Efendi bu mektubunda, Osmanlı askerlerinin gelmesini bekleyip birlikte Allah’ın dinini yüceltmek için Rusya ile savaş ve cihad hazırlıkları yapmayı ve buna dair çıkacak fermanın gereğini yapmayı beklerken barış yapılmasına karar verildiğini ve kendilerinin bu barışa dâhil edilmediğini ve unutularak metruk bırakıldıklarını işittiğini ve yapılan barışta unutulmuş olmalarına hayret ettiğini ve bundan dolayı son derece üzüntü duyarak gayretlerinin kırıldığını ve buna rağmen “İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râci’ûn” demekten başka tesellileri kalmadığını ve başka çareleri olmadığı için savaşa devam ederek Rus saldırılarını püskürttüklerini, hallerini anlatmak üzere her ay birer mektup ve adam göndermek isteseler de Rusya’nın güzergâhlarda yerleştirdiği gözcülerin bunları tutup katlettiğini veya esir ettiğini, bu konudaki hatalarının mazur görülmesini ve hamil-i arzuhal olan oğlu Abdüllatif’in bütün ahvallerini şifahen anlattığında kendisine itimat edilmesini arzu ettiklerini belirtmiştir. Bu mektupda da görüldüğü üzere her ne kadar şaşkınlık ve kırgınlık yaşasalar da Osmanlı Devleti’ni kendilerinin müttefiki olarak görüp savaşın gidişatı hakkında bilgi vermekten geri durmamışlardır. Çünkü onlar da biliyorlardı ki işgalci Rusya karşısında tek başvuracakları devlet Osmanlı Devleti idi.

Şamil’in esaretten kurtulması için Sultan Abdülaziz ile olan ilişkisi nasıl oluştu?

Osmanlı Devleti’nin Şeyh Şâmil’in esir düşmesinin ardından onun çok istediği Hicaz topraklarına gitme arzusunun gerçekleşmesi için elden geldiğince çaba gösterdiği ve kendisine yüksek miktarda maaş bağladığı ve İstanbul’da bir konak verdiği de belgelerde geçmektedir. Sultan Abdülaziz’in, bir devlet adamı gibi onu huzuruna kabul etmesi ona karşı duyulan sevgi ve saygının en üst derecedeki nişanesidir diyebiliriz. Muharebeler sırasında Osmanlı Devleti ile ilişkileri devam eden Şeyh Şâmil’in Rusya’da esir bulunduğu sırada da yakınları aracılığıyla Osmanlı Devleti ile ilişkilerinin sürdüğünü ve bir şekilde İstanbul ile haberleştiğini görüyoruz. Şeyh Şâmil esarette iken en çok neslinin ileride Hristiyanlaşması endişesini taşımıştır. Bu endişe ile düşünceli bir haldedir. Bundan dolayı esaretten kurtarılmayı ve Hicaz’a gitmeyi arzu etmektedir. Onun bu isteği ısrarla Osmanlı sarayı ve hükümetine iletilmiştir. Bu konudaki ilk teşebbüste Çerkes ve Dağıstan muhacirleri olarak ayrı ayrı iki dilekçe takdim edilmiştir. 16 Şevval 1278/ 16 Nisan 1862 tarihli bu dilekçelerde, Şeyh Şâmil’in vefatından sonra çoluk çocuğunun Rusya tarafında kalıp Hristiyanlaşacağı mülahazası ve korkusu taşıdığı, hacca gitmeyi ve Medîne’de ömrünün sonuna kadar kalıp ibadet etmek niyetinde olduğu, Allah ve Resulü aşkına bu amacına izin verildiği halde rızaya aykırı bir harekette bulunmayacağı ve Dağıstanlılar ve Çerkesler olarak buna kefil olunduğu ifade edilmekte ve Rusya’dan talep edilip getirilmesi halinde rızaya aykırı bir hareketi olursa kendisini tutup teslim edecekleri taahhüdünde bulunulmaktadır Dağıstanlı ve Çerkes muhacir temsilcilerinin bu dilekçeleri Şeyh Şâmil’in elçisi ve müridi ve bütün Dağıstan ve Çerkes muhacirlerinin vekil-i haccı olan Hayrullah Efendi tarafından yinelenmiştir. Hayrullah Efendi, bir kurban bayramında merhametini umduğu Sultan Abdülaziz’e 7 Zilhicce 1278/ 5 Haziran 1862 tarihli dilekçeyi takdim etmiştir. Bu dilekçede Hayrullah Efendi Şeyh Şâmil’in yirmi beş seneden beri Ruslarla muharebe ettiğini, sonunda onlara esir düştüğünü, birkaç defa hacca gitmek ve Kâbe yakınında bir hücrede kalıp ibadetle meşgul olmak üzere izin istediği halde buna Ruslar tarafından müsaade edilmediğini bildirmiştir. Rusya tarafından gelen ilk olumsuz cevap üzerine bu defa Dağıstan ve Çerkes muhacirleri 22 Muharrem 1279/ 20 Temmuz 1862 günü Sultan Abdülaziz Han’a toplu dilekçe sunmuşlardır. Arapça olarak sunulan bu dilekçede, eski hâkimleri (devlet başkanları) Şeyh Şâmil’in uzun süre din ve vatan uğrunda fedakârane hizmet ederken işin sonunda Rusya’nın esareti altına düştüğü ve hac farizasını eda için Mekke’ye gitmeyi çok arzu ettiği, onun evvel Allah, sonra halife hazretlerinden başka sığınağı olmadığı, bir şekilde para ile mi olur yahut diğer bir suretle mi çaresi bulunur her nasılsa esaretten kurtarılması ve isteğine nail buyurulması talep edilmekte ve bütün Dağıstan ve Çerkes muhacirlerinin tazarru ve niyazının bu olduğu ifade edilerek padişahtan yardımcı olunması arzu edilmektedir. Öte yandan Şâmil’in kayınpederi de aynı endişelerle Rusların dünyalık tekliflerini elinin tersiyle itip hicreti tercih ettiğini ifade etmekte idi. Kayınpederi Seyyid Cemaleddin Efendi ayrıca verdikleri mücadelenin zaferden yenilgiye evirilmesinin sebebini de kendi kanaatince ortaya koymakta idi. Şeyh Seyyid Cemaleddin en-Nakşibendî el-Halidî Efendi, Sultan Abdülaziz’e takdim edilmek üzere verdiği 20 Rebiülevvel 1279/ 15 Eylül 1862 tarihli Arapça dilekçesinde, Dağıstan’da bulunduğu müddetçe Şeriat-ı Muhammediyye’yi ve Nakşibendî tarîkatını gücü nispetinde yayıp ihya ettiğini, damadı Gâzi Şâmil Efendi ile uzun seneler boyunca Rusya ile cihad ve gaza ettiklerini söylüyordu. Ancak Şâmil’in esaretten kurtarılması için 1862 yılındaki bu yoğun çabalar neticesiz kalmış ve onun Rusya’daki esareti 1869 yılının sonlarına kadar devam etmiştir. Şeyh Şâmil esaretten kurtulup Hacca gitmek ve orada mücavir olarak ibadetle iştigal etme arzusuna ise 1286/1870 yılı hac mevsiminde kavuşmuştur. Şeyh Şâmil’in hac mevsiminden önce İstanbul’a gelmesi, Sultan Abdülaziz tarafından huzura kabul edilmesi, burada bir süre misafir edilmesi, kendisine bir konak tahsis edilmesi ve Hicaz’a gitmesine dair belgeler bize Osmanlı Devleti’nin onun son arzusunun ifası için yardımcı olduğunu göstermektedir. Şeyh Şâmil, padişah tarafından gösterilen bu izzet ve ikram karşısında Hicaz’a gitmeden önce teşekkür etmek ve helalleşmek için olsa gerek Sultan Abdülaziz ile görüşme şerefine nail olma arzusunu Sadaret’e bildirmiştir. Sadaret’ten aynı tarihte, yani 14 Şevval 1286/ 17 Ocak 1870’de yazılan bir tezkire ile onun bu isteği padişaha iletilmiş ve bu uygun görülerek Şeyh Şâmil’in perşembe günü saat altı kararlarında Mabeyn-i Hümayun’a gönderilmesi emredilmiştir. Onun kalacağı bu konakla ilgili 23 Safer 1287/ 25 Mayıs 1870 tarihli bir irâde-i seniyye daha çıkmıştır. Bu iradede Şeyh Şâmil’in Hicaz’dan İstanbul’a dönmesi yakın olduğundan kendisine ihsan buyurulan konağın tefrişi için elli bin kuruş ödenek ayrılması emredilmektedir. Ancak her ne kadar kalacağı konak için İstanbul’da hazırlık yapılsa da ona geri dönmek nasip olmamış ve hac vazifesini ifa için gittiği sırada Medîne’de iken vefat etmiştir. Onun vefatından sonra bir müddet daha Medîne’de kalan aile efradı İstanbul’a döndüklerinde bu konakta kalmaya başlamıştır. İstanbul Koska’daki konak Osmanlı’nın son zamanlarında önce Dârü’t-talîm Mektebi daha sonra da Mekteb-i İdâdî olarak da hizmet vermiştir. Bu konağın hâlihazırdaki tasarrufu kime aittir ve hangi amaçla kullanılmaktadır bilmiyorum. Belgelerde Şeyh Şâmil’in Medîne’deki son anlarına ve kesin vefat tarihine dair de bir bilgiye rastlamadık. Sadece onun vefatıyla kendisine tahsis edilen maaşın mirasçılarına taksimine dair eldeki belgelerden 1871 yılında son nefesini verdiğini anlıyoruz. Şeyh Şâmil’e Medîne’de bir türbe yapıldığı da Şeyh Abdüssettar Efendi’nin Rusya sınırları içerisinde kalan memleketindeki aile fertlerini getirmek için yaptığı başvurular ve memleketine gittiğinde Rus memurları tarafından tutuklanmasına dair belgelerden anlaşılıyor. Bu belgelerde onun Kazan muhacirlerinden olduğu ve Şeyh Şâmil türbesinin türbedarlığını yaptığı bilgisine ulaşıyoruz. Belgelerde Şeyh Şâmil’in bizatihi kendisiyle ilgili bu bilgilere ulaşabildik. Yeni tasnifler yapıldığında belki Şâmil’le ilgili başka bilgilere ulaşma imkânı da doğacaktır.

Şamil’in ailesinin önemli bölümü Osmanlı’da hayatını devam ettiriyor. Babalarının vefatından sonra neler yaşadılar?

Şeyh Şâmil’in oğulları Gâzî Muhammed ve Muhammed Kâmil imzasıyla çeşitli vesilelerle saray ve hükümete takdim edilen arzuhallerde ilginç bilgiler ve değerlendirmeler bulunmaktadır. Osmanlı Devleti’nin Şâmil’in iki oğluna da paşalık unvanı verdiği görülmektedir. Babalarından miras kalan maaş yine aile fertlerine tahsis edilmiştir. Maaşın miktarının azalması sebebiyle aile fertlerinin bazı sıkıntılar çektiğini kendi ifadelerinden anlıyoruz. Ailenin bir ara İstanbul’a döndüğünü ancak, 1884’te İstanbul’dan tekrar Medîne-i Münevvere’ye gittiklerini öğreniyoruz. Medîne-i Münevvere’de tekrar ikâmet etmekte iken 1902 yılında vefat eden Gâzî Muhammed Paşa’dan kalan maaş eşi Habibe Hanım, biraderi Muhammed Kâmil Efendi ve kızı Nefiset Hanım’a tahsis edilmiştir. Şeyh Şâmil’in torunu Nefiset Hanım Medîne Muhafızı Osman Paşa’nın zevcesidir. Kocasıyla birlikte bir müddet Midilli’de sürgün hayatı yaşamış sonra kocasının affedilmesiyle birlikte tekrar 1912’de İstanbul’a dönmüştür. Şeyh Şâmil ismi geçen belgelerin bir kısmında ise en küçük oğlu Muhammed Kâmil Paşa’ya dair dikkat çekici bilgilere ulaşabilmekteyiz. Bu belgelerde Muhammed Kâmil Paşa’nın maaş artışı ile ilgili talepleri ve yapılan tahsisatlar, kendisinin anne tarafından Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) sülâlesinden olması dolayısıyla bu tertipten ödenen maaş hakkı olduğu iddiası ve büyük bir ailenin reisi olma sorumluluğunun kendisinde olması dolayısıyla yaşadığı maddi sıkıntılar ve bunların giderilmesi için yaptığı başvurulara karşı dönemin idarecilerinin duyarsızlığı ve ihmalleri sebebiyle sitemlerini ve bu vesileyle babası Şeyh Şâmil’in şahsiyeti ve mücadelesinin büyüklüğü hakkındaki yorumlarını muhtevi dönemin padişahlarına gönderdiği oldukça uzun arzuhalleri ve mektupları vardır ki bunlar tarih ilmi açısından son derece kıymetli belgelerdir. Yine Muhammed Kâmil Paşa’nın cihad-ı ekbere katılma amacıyla Birinci Dünya Harbi’nde Kafkasya cephesinde Osmanlı ordusunda görevlendirilmesi için yaptığı başvurular ve hizmetleri, Sultan Vahdeddin ile görüşmesi için kendisine randevu verilmesi, Şubat 1915’te mirimiranlık rütbesiyle taltifi, Kafkasya darülharp bölgesinden izinli olarak İstanbul’a geldiğinde kendisi ile oğullarının Sultan Vahdeddin tarafından kabulü için 6 Aralık 1915 tarihli irade ile randevu verilmesi, Dolmabahçe Valide Camii’nde gerçekleşecek Cuma selamlığında Sultan Mehmed Reşad ile görüşmesine dair 18 Ocak 1917 tarihinde irâde-i seniyye çıkması, Erzurum’un geri alınması ve Kafkasya’nın almış olduğu vaziyet dolayısıyla hükümet arzu ederse oralardaki Dağıstanlıların ve sair Müslüman ahalinin ikaz ve irşadı ile Ermeni çetelerine karşı mukabil çeteler teşkiliyle vatana hizmet ifası için buradaki adamlarıyla beraber oraya gitmeye ve ordu ile birlik içinde harekete hazır olduğu hakkında Şubat 1918’de teklifte bulunması ile ilgili belgeler de Şeyh Şâmil ailesiyle ilgili önemli bilgileri içermesi bakımından çok değerlidir. Öte yandan Muhammed Kamil Paşa’nın Sultan Vahdettin’e gönderdiği iki mektupta İttihat ve Terakki Hükümeti’ni padişaha şikâyet edip yardım talebinde bulunduğunu ve ailesinin içine düştüğü geçim sıkıntısından kurtarılmasını arzu ettiğini görüyoruz. Bu mektuplardan birinde Muhammed Kamil Paşa Şeyh Şâmil’in mücadelesi ve ailesinin son zamanlardaki maddi bakımdan sıkıntılı ahvaline dair de çarpıcı bilgiler vermektedir. İttihat ve Terakki idarecilerinin aile fertlerine reva gördüğü muameleyi ise dönemin klasik Osmanlı anlayışından uzaklaşmanın bir sonucu olarak görülmesi gerektiğini bilmemiz gerekir. İttihat ve Terakki Fırkası’nın maceracı politikalarının ülkeyi ne hale getirdiği malumdur.

Son olarak İmam Şamil ile ilgili vurgulamak istediğiniz bir konu var mı? Birkaç cümle daha alabilir miyiz?

İmam Şâmil’e yaptığı hizmetler dolayısıyla ne kadar teşekkür etsek azdır. O mücadelesi ile Kuzey Kafkasya’yı savunmakla kalmamış Osmanlı Devleti’nin de bir anlamda savunmasını yapmıştır. Bundan dolayı milletimiz onu her zaman sevmiş ve bağrına basmıştır. Şeyh Şâmil günümüzde de en çok sevilen ve ismi yaşatılan bir liderdir. Onunla ilgili yeni ilmi çalışmaların yapılmasını temenni ediyorum. Özellikle dönemin gazetelerinde onunla ilgili çıkan yazılar ve haberler üzerine bir çalışma yapılması gerekir. Bir de ülkemizde Şeyh Şâmil müzesi kurularak onun mirasının gelecek nesillere aktarılması önemlidir. Özellikle Türk sineması son zamanlarda ileri bir seviyeye gelmiştir. Şâmil gibi önemli bir şahsiyetin muhakkak surette bir filminin veya dizisinin yapılması gerekir. Son olarak hazırladığım bu eseri basan Kafkas Vakfı yöneticilerine ve bu söyleşi sebebiyle Ajans Kafkas adına size de teşekkür ederim.

Biz de teşekkür ederiz.