Zeynel Abidin Besleney ile Kafkasya ve Çerkesler üzerine söyleşi

Kafkasya söz konusu olduğu zaman genel anlamda problemlerin dış kaynaklarına ve daha çok Rusya’dan gelen tehditlere odaklanılıyor. Ancak derinlemesine yapılan araştırmalar, Kafkas halkları arasında tarihten günümüze problemlerin olduğunu ortaya koymakta. Fakat bunun fazla dillendirilmediğini ve dolayısıyla çözüm önerilerinin geliştirilemediğini görüyoruz. Şimdilik tarihe saplanan Kafkasya araştırmaları günümüze ışık tutmaktan ve geleceğe yönelik projeler geliştirmekten oldukça uzak.

Zeynel Abidin Besleney hoca yıllarını Kafkasya ve Çerkes araştırmalarına adamış bir isim. Kendisine yukarıdaki durumla ilgili söyleşi yapmayı teklif ettiğimde sağ olsun değerleri vakitlerini ayırıp kabul ettiler ve ortaya; Kafkas halklarında kimliğin önemi ve alt-üst kimlik tartışmaları, Çerkesler içerisinde ortaya çıkan politik akımların durumu, Kafkas halklarının dış ülkeler tarafından yönlendirilmeye açık konumları, İslam’ın Kafkasya’daki işlevi, Çerkesler ve Abhazlar arasındaki Paganizm ve Animizm inançlarının durumu, Rusya’nın yerel kimliklere bakışı, Çerkesler ve Karaçay-Malkarlılar arasındaki problemler ve çözüm önerileri, Kafkasyalılar arasında tartışma kültürü, Türkiye’deki Kafkas ve Çerkes araştırmaları gibi birçok konuya değindiğimiz doyurucu bir metin çıktı. İlgililere sunulur.

21 Mayıs 1864 Çerkes Sürgünü ve Soykırımı yıl dönümünde İstanbul’daki Rusya Konsolosluğu’na yürüyen Çerkesler

Kafkasyalılar arasında son yıllarda Kafkasyalılık, Çerkeslik gibi üst kimliklerin parçalanıp Abhazlık, Adıgelik, Çeçenlik, Kabardeylik, Karaçay-Malkarlılık gibi etnik kimliklerin baskınlaştığı söylenebilir mi?

Aslında ben bu süreci üst kimliğin parçalanıp alt kimliğin baskınlaşması, mikro milliyetçiliklerin öne çıkması veya etnik kimlerin vurgulanması olarak görmüyorum. Çünkü 1864’ten, yani Kafkasya’nın tamamının Rusya İmparatorluğu’nun eline geçtiği tarihten itibaren, geçen yaklaşık 150 yıl bu bölge halkları için hiç istikrarlı bir dönem olmadı. Kafkasya, önce koloni oldu, ardından 1900’lerin başında devrimci hareketleri yaşadı. Devamında yaşanan iç savaş, Sovyet rejiminin kurulması, arkasından Stalinizmin kurulması ve onun yarattığı alt-üst oluşlar, İkinci Dünya Savaşı derken 1950’lerden 1990’lara kadar devam eden 40 yıllık bir izolasyon ve Soğuk Savaş süreçleri yaşandı.

Bu arada milliyetçi ideolojilerin 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’nın doğusunda da filizlendiğini söylememiz gerekir. Etnisite ya da ulusal kimlikler üzerinden mobilize olmanın siyasal sonuçları ve ulus devlet kurma arzusu Türkiye, Rusya, Gürcistan ve Çerkesya gibi ülkelerde daha geç bir dönemde başladı ve kendini tamamlayacak siyasal olgunluğa daha geç ulaştı. Bu bakımdan etnik kimliklerin neye tekabül ettiğini, kimin kendisini nasıl tanımladığını veya kimde hangi kimliğin daha baskın olduğunu daha net görebileceğimiz bir durum Kafkasya’da yaşanamadı.

Örneğin Karaçay-Malkarlı kimliği 1864 sonrası dönemde şekillenmeye başladı, ki örneğin o tarihe kadar “Malkar” adıyla adlandırılan birleşik bir topluluk yoktu. Dağlık kesimlerde ve vadilerde Kıpçak Türkçesi konuşan beş tane dağlı grubu bulunuyordu. Çerkes feodalleri 16. yüzyıldan itibaren Kabardey bölgesinde feodal bir devlet oluşturma yoluna gitmişlerdi. Dağıstan’daki karmaşık yapıyı zaten anlatmama gerek yok, ama orada da Avarlar ve Kumuklar gibi daha gelişmiş bir sosyal ve yönetimsel organizasyona sahip toplumlarla dağların yüksek kesimlerinde yüzlerce yıldır izole olarak yaşamış topluluklar vardı. Yine 1990’lardan önce Çeçenler ve İnguşları “Vaynah” kimliği altında tek bir etnik grup olarak algılıyorduk. Ve bunun mantıki sonucu olarak da onların siyaseten birlikte hareket edeceklerini düşünüyorduk. Ancak önlerine siyasi bir seçenek sunulduğunda Çeçenlerin bağımsızlığı, İnguşların ise Rusya Federasyonu içerisinde kalmayı tercih ettiğini gördük. Bu çok çarpıcı bir durumdu ve bir halk oylamasıyla ortaya çıkmıştı, baskıyla ya da emperyal bir gücün etkisiyle değil.

Kısacası 150 yıldır buzdolabına kaldırılan bir sürecin 1990’larla birlikte yeniden ortaya çıktığını görüyoruz. Çerkes kimliği tam olarak nedir ve kendilerini Adıge adlandıranlar tek bir Çerkes siyasal kimliği içinde bütünleşecekler mi? Veya Karaçay-Çerkes’te yaşayan Abazalar Çerkeslerle birlikte mi kimlikleşecekler, yoksa Çerkesler ve Abhazlar arasında ara bir kimlik ya da köprü bir kimlik mi oluşturacaklar? Tıpkı Fransa-Almanya arasında bulunan Alsas-Loren bölgesi halkının Almanca konuşup Fransız siyasal kimliğiyle kendini ifade eden bir topluluk olması gibi, kökleri aslında Abhaz-Abaza etnik kimliğinden olan ama Çerkes siyasal kimliği içinde uluslaşan bir kimlik mi ortaya çıkacak?

Ya da Karaçay-Malkarlılar, tek bir isim altında konsolide mi olacaklar, yoksa iki ayrı kardeş halk olarak mı kalacaklar? Dağıstan kimliği şemsiye bir kimlik midir? Yoksa Avar etnik kimliği Dağıstan kimliğini domine mi edecek? Karaçay-Malkar ortak kimliği dayatma bir kimlik midir? Bu argümanlar entelektüel bir hareket midir yoksa gerçekten tabanda karşılığı olan bir hareket midir? Bunları hala bilemiyoruz; süreç yaşanıyor ve yaşandıkça da göreceğiz. Tüm bu süreçlere tabii ki Rusya Federasyonu yönetiminin ve siyasi erk sahiplerinin müdahalesi var ancak olan bitenlerin bir kısmında sivil toplum kuruluşlarının da etkisi olduğu görülüyor. Bu bakımdan geçiş döneminin hala devam ettiğini söyleyebiliriz. Ve bu nedenle de bu sürecin adını parçalanmışlık, üst kimliğin iptali, alt kimliğin baskın çıkması olarak net bir şekilde tanımlamak bu aşamada çok doğru olmaz.

Kafkasya’nın etnik görünümü

Kimlikler neden bu kadar önemli? Hem genel anlamda hem de Çerkesler için soruyorum.

Bu soruya kesin bir cevap vermenin çok mümkün olduğunu düşünmüyorum. Çünkü son 80-90 yıldır akademik dünyada, özellikle de sosyolojide, tartışılan bir konu bu. Ve henüz genel kabul görmüş evrensel cevaplar da ortaya çıkmış değil.

Aslında ekonomik problemler, yaşamı devam ettirme, hayatta kalma, gelecek kurgulama, sınıfsal çelişkiler gibi konular insanlık için çok daha somut, reel ve yaşamda karşılığı olan sorunlar. Hal böyleyken insanların konuştukları dillerin farklı olması ya da ten rengi gibi son derece sıradan bir farklılık üzerine kimliklerin ve köklü devlet sistemlerinin inşa edilmesi, insanlığın ulaştığı entelektüel seviyeyi düşündüğünüzde inanılması güç geliyor. Ancak anlıyoruz ki insan sadece temel ihtiyaçlarını gidererek var olabilecek bir yaratık değil ve manevi ihtiyaçlarının arasında aidiyet ihtiyacı önemli bir yer tutmakta. Kurgu olsun gerçek olsun, bir kimliğe ya da coğrafyaya aidiyet, bir insanın kişiliğinde ve kendini algılamasında önemli bir yer tutuyor. Birileri ne kadar bunun önemsiz olduğunu vurgulamaya çalışırsa çalışın, insanların önemli bir kısmı çok daha güçlü bir şekilde karşınızda dikiliyor ve söz konusu kimliklerine daha sıkı sarılıyorlar. Bu nedenle ben ancak bu durumun bir vaka olduğunu söyleyebiliyorum ama onun neden ve nasıl olduğunu inanın ben de tam bilemiyorum.

Yeni kimliklerin baskınlaşmasıyla Çerkesler arasındaki Birleşik Kafkasyacı, Dönüşçü-Kalışçı, İslamcı hareketler daha geri plana düşmüş olabilir mi?

İçinde bulunduğumuz geçiş dönemiyle bağlantılı olarak evet diyebiliriz. Sovyetler Birliği döneminde yapılan toplum mühendisliği uygulamalarının bir sonucu olarak ortaya çıkan milliyet terminolojileri ya da toprakların bir federal birimden alınıp bir diğerine verilmesi gibi problemler ve onların sonuçları halen devam ettiği için bu sorunların üstesinden gelebilecek, geniş perspektifli çözümler üretebilecek bir ideolojik hareket henüz siyasal alanda hegemonya kuramadı.

Bu doğrultudan baktığımızda Çerkeslerin 150 yıl önce yaşadıkları özgüven kaybının ve demografik felaketin yanı sıra Rusya’nın da çözüme yönelik adım atmamasının var olan sorunların donmasına yol açmış olduğunu görüyoruz. Böyle olduğu için etnik ve kimlik merkezli sorunların ötesinde ekonomik, politik ve diğer sosyal sorunlar üzerine eğilmeye bir türlü sıra gelmiyor. Kısacası içinde bulunduğumuz bu geçiş döneminde Birleşik Kafkasyacılık, Dönüşçü-Kalışçılık, İslamcı hareketler geri plana düşmüş durumdalar. Yarın ne olacağını ise zaman gösterecek.

Ürdün’de kraliyet muhafızı olarak görev yapan bir grup Çerkes

Kafkasyalılar ve Çerkesler arasında siyasi akımlara veya kimliklenme süreçlerine dış etkilerden bahsedebilir miyiz? Türkiye’deki örgütlü Çerkes toplumunun çeşitli fikirler etrafında siyasi bir bilinç geliştirdiğini yazıyorsunuz. Avrupa ve Amerika’yla ilişkileri olan mültecilerin sahiplendiği Birleşik Kafkasya söylemi ve Sovyetler Birliği döneminde Kafkasya’ya gidip-gelen isimlerde Çerkesya söyleminin baskınlaşması gibi durumlar göz önüne alınırsa Çerkesler üzerinde çeşitli büyük ülkelerin veya istihbarat birimlerinin etkili oldukları söylenebilir mi? Hatta biraz önce bahsettiğimiz kimliklerin çeşitlenmesi meselesinde Rusya etkisindeki Kafkasya’dan Türkiye’ye bir kimlik ithalatı söz konusu diyebilir miyiz?

1830-1864 arasında bir grup İngiliz siyasetçi ve aktivistin Çerkesya’da devam eden direniş sürecine etki etmeye teşebbüs ettiklerini biliyoruz. Sadece o yıllarda değil çok daha yakın bir tarih olan 1910’lu yıllarda bile Osmanlı İmparatorluğu’nun kendi siyasi projeleri nedeniyle Kafkasya’daki süreçlere müdahil olmak için çaba sarf ettiğini görüyoruz. Aynı dönemde diasporadaki Çerkeslerin de anavatanlarına dönük projeleri ve müdahil olma arzuları vardı. Ayrıca 1920’lerden itibaren Kafkasyalı siyasi göçmen ve mülteciler içinde ABD’ye giden veya Avrupa ülkelerine yerleşenler vardı. Daha sonra onların çocukları ve torunları da önemli roller oynadılar.

İkinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’nin askeri stratejilerine yön verenlerin Ürdün ve Suriye’deki Çerkeslerden seçerek oluşturmayı planladıkları birlikleri Kafkasya’ya götürüp orada yerli halkı Nazi Alman Ordularına karşı ayaklandırmak gibi projeleri de vardı. Bu proje hayata geçmedi ama o dönemde dünyanın her yerinde devletler küresel güç dengesi içinde kendilerine avantaj sağlayacak şeyler denemeye çalışıyordu. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki dönemde ise daha net bir çaba görüyoruz. Doğu ve Batı bloklarının oluşmasıyla SSCB’nin yumuşak karınlarından biri olan Kafkasya’da o bölgenin insanlarını kullanarak SSCB’yi yıpratmaya yönelik çabalar var. Bu arada elbette ki SSCB’nin de benzer çabalara girdiğini biliyoruz. Özellikle de kurduğu Rodina adlı örgütle kendi topraklarında yaşayan halkların diasporalarına müdahil olup bundan siyasi sonuçlar elde etmeye çalışıyordu SSCB.

Bu mücadele 1990’lardan sonra da devam etti aslında. Kafkasya’da kendi çıkar alanı oluşturmak isteyen ABD, Gürcistan’a yoğunlaşmış durumda. Türkiye, kendisine etnik akraba olarak gördüğü Azerbaycan ile yakın ilişkiler kurup onunla hem enerji politikaları hem de stratejik anlamda ortaklık kurmaya çalışıyor. Rusya, Ermenistan ile yakın bir ilişki geliştiriyor. Aynı Rusya, Kuzey ve Güney Osetya üzerinden bölgedeki hegemonyasını sürdürmeye çalışıyor. Kendine has etnik ve siyasal dinamikleri olan bu bölgeye Rusya’nın müdahale etmemesini beklemek biraz saflık olur.

Bununla birlikte bir sürece müdahil olmaya ve onu yönlendirmeye çalışmak, mutlaka da istenilen sonuçlara ulaşılacağını garanti etmez. Kafkasya her daim Rusya’nın iğreti bir parçası olduğu için, dışarıda planlanıp empoze edilen kimliklerin hemen hiçbiri tutmuyor ve “alıcısı olmayan bir malı satmaya çalışma”ya dayanan projeleri genelde başarılı olmuyor. Ama eğer tarih ve sosyoloji açısından güçlü ayakları olan ve her şeyden önce geniş toplum kesimlerinin desteğini alan bir projeyse, o zaman diğer dış aktörlere ihtiyaç olmadan ve Rusya ne yaparsa yapsın, uzun vadede gerçekleşme şansı oluyor. Bugün geniş kesimler tarafından benimsendiği izlenimi edindiğimiz “Çerkesya” söylemi de tamamen olmasa da büyük oranda bu kategoriye dahil edilebilecek bir projeye benziyor.

Sonuçta kuzeyde Rusya güneyde ise Türkiye ile İran’ın olduğu bir coğrafya burası. Bu yüzden müdahale girişimlerinin sona ereceğini düşünmek saflık olur. Kafkasya entelijansiyası bütün bunları veri kabul ederek buna göre gelecek tahayyülü yapabilirse çok daha sağlıklı olur bence.

Avrupa’daki Kafkasyalı mültecilerin önde gelen isimleri Haydar Bammat ve Alihan Kantemir

İslam’ın bütün bu süreçlerdeki işlevi nedir? Kafkasya’da ve Türkiye’de İslam çatışmanın kaynağı mıdır yoksa birleştirici bir etken midir? İslam’ın kimlikler üzerindeki etkisi ne boyutta?

Din, beşeri hayatta var olan en önemli siyasal ve sosyolojik güçlerden bir tanesi ve çok önemli bir güç odağı. İşin teolojik boyutunu bir yana bırakarak söylüyorum bunu. İslam’ın yaşanan gelişmelerde ve sosyolojik dönüşümlerde dahlinin olmaması mümkün değil. Kafkasya açısından bakarsak, Çarlık Rusya döneminde İslam’ın bölgede farklı topluluklar tarafından farklı şekillerde yaşandığını biliyoruz. Bu açıdan bakıldığında bugünkü yapı büyük oranda geçmişte kurulan o zeminde devam ediyor, denebilir. Kafkasya’nın doğusunda ve Karaçay-Malkar toplumlarında İslam daha güçlü, Batı’ya doğru gittikçe İslam’ın etkisinin azaldığını görüyoruz. Fakat bu Batı’da İslam yok demek değil. İslam kültürel bir öğe ve kimliğin bir parçası olarak Çerkeslerde yaygın ama bir Dağıstan, Çeçenya, İnguşetya’da olduğu gibi İslam’ın toplumsal hayattaki baskınlığı daha az.

11 Eylül sonrası dünyada İslam ve İslamcı siyaset ile ilgili yaşanan dinamiklerden farklı olarak şu anda Kuzey Kafkasya’da İslam bir tür birleştirici rol oynuyor. 1990 ve 2000’lerde Kafkasya’da yaşanan gelişmelerin de ışığında gelecekte ne olur bilinmez, çünkü şu anda var olan İslam yardımlaşma, dayanışma, bir cemaate ait olma hali, kriz yaşayan toplumların bireylerinin içine girdikleri sıkıntılı süreci atlatmak açısından alternatif bir toplum modeli sunuyor. Türkiye’ye uyarlarsak, 1990’larda Refah Partisi’nin, 2000’lerin başında AK Parti’nin ortaya çıkışı gibi düşünmek lazım. O dönemde kitlelere yaklaşmayı, dayanışmayı, paylaşmayı ve toplumsal desteği sağlamak adına İslami hareketlerin sahaya inmiş hali gibi 2020’lerde Kafkasya’daki durum. Yani bugünlerde Kafkasya’da İslam’ın siyasal boyutu biraz geri bırakılmış durumda. Bunun sebepleri Çeçenya’daki savaşlar, Dağıstan ve Kabardey-Balkar’daki çatışmaların toplumda bıraktığı tortular ve derin yaralar olabilir.

Eğer tarihsel gelişim referans alınıyorsa, Doğu Kafkasya’da İslam’ın etkisinin daha güçlü olarak var olacağını, Batı Kafkasya’da da özellikle Çerkes kimliğiyle, kültürüyle İslam’ın birbirini reddetmeden harmanlanacağını düşünüyorum. Karaçay-Malkarlılar burada biraz daha farklı bir noktada duruyor, Batı Kafkasya’da olmalarına rağmen İslam’ı kavrayış anlamında Doğu Kafkasya’ya daha yakınlar.

Bununla birlikte bunlar çok dinamik ve nüfus artış hızı yüksek toplumlar. Her 20-30 yılda yeni bir nesil geliyor, o yüzden bu söylediğimiz şeylerin 20 sene sonra karşılığı olacak mı olmayacak mı belli değil. Ama bir 15-20 yıl sonra, özellikle de Sovyet neslinin iyice sahneden çekilmesiyle aslında biz yeni Kafkasya’yı, yeni Çerkesleri, yeni Karaçaylıları, yeni Dağıstanlıları anlayacağız. O zaman yapılacak analiz ve öngörülerin daha sağlıklı olacağını düşünüyorum.

Kadirov ve Putin Grozni’de inşa edilen caminin önünde

Kafkasya’da İslam öncesi inanışların, Paganizm ve Animizmin canlandırılması ne boyutta?

Kuzey Kafkasya’yı Doğu ve Batı olarak iki eksen üzerinden düşündüğümüzde doğuda böyle bir şey mümkün değil. Dağıstan’da, Çeçenya’da, İnguşetya’da bundan bahsedemeyiz. Keza Karaçay-Malkarlıları da dışarıda bırakmak gerekir. Paganlıkla ilgili tartışmalar daha çok Osetleri, Abhazları ve Çerkesleri ilgilendiriyor.

Bugün Batı ve Orta Kafkasya’da yapılan sosyolojik araştırmalar, nüfusun Osetya’da yüzde 30-35, Çerkes bölgelerinde ise yüzde 10’lara varan kısmı İslam ve Hristiyanlık öncesi inanışların ve ritüellerinin organize dinlerle sentezlendiği inançları benimsediğini söylüyor. Bu inanışta ve ritüellerde tek tanrılı dinlerle birlikte Paganlığa yönelik çeşitli sentezler yaşanıyor. Bu bir yanıyla yerel bir gelişme ama bir yanıyla da dünyanın başka coğrafyalarında da gözlemlenen bir durum. Tek tanrılı dinlerle ilgili olarak, bazı toplum kesimlerinde tükenmişlik, dinden uzaklaşma, tek tanrılı dinlerin günlük hayata müdahaleleriyle ve yaşamları yönlendirme çabalarına postmodern dünyada bireylerin karşı çıkmasını gözlemliyoruz. Bu anlamda dünyanın genelinde tek tanrılı organize dinler öncesi dönemlere yönelik özellikle de eğitimli kesimlerde bir ilgi ve alakanın olduğunu söylemek mümkün.

Bu işin aynı zamanda ekolojik bir boyutu da bulunuyor. Çünkü özellikle bu tip Paganizm, Animizm gibi yerel inanışlar var oldukları coğrafyanın doğasıyla çok ilintili. Coğrafya ile insanın kurduğu ilişki bu inanışların özünü oluşturuyor. Bu bakımdan Kafkasya dağları, ormanları ve kendine has doğasıyla bu tarz inanışların filizlenmesine ve gelişmesine çok müsait.

Rusya’nın yerel kimliklere bakışı nedir? Rusyalılık dışına çıkmaya nereye kadar tolerans gösteriyorlar?

Rusya’da yerel kimliklere tanınan sınırlar hangi yerel kimlikten bahsettiğimizle doğrudan ilintili. Kafkasya’daki durum, Rusya’nın diğer bölgelerine göre biraz daha farklı. Yasal ya da resmiyetteki farklılıklardan ziyade o bölgeye dair pratikte farklı uygulamalar var. Böyle olunca Kafkasya’daki yerel kimliklere de Rusya’nın diğer yerlerindekilere nazaran daha tolerans gösteriliyor.

Rusya’da bir yönüyle çok kültürlülüğü özümsemiş toplum var, çünkü imparatorluk mirası mantığıyla devam ediyorlar. Sovyetler Birliği de aynı mantıkla devam ettiği için Rusya hiçbir zaman ulus devlet olmadı. Sistem hala imparatorluk mantığıyla devam ettiği için yerel kimliklere tolerans, diğer ulus devletlere göre daha fazla. Bu toleransın siyasi sınırlarını her federal birim ve o birimin yönetici eliti, kendi tecrübeleriyle öğreniyor. Mesela, Çeçenya ve Çeçenlerin durumunu ne Kafkasya ile ne de Rusya’nın başka yeriyle karşılaştıramayız. Rusya’nın siyasal ve idari sistemi, halen post-Sovyet dönemden sonraki sisteme geçişte ara bir dönemi yaşıyor gibi ve bu nedenle yerel yönetimler ve merkez karşılıklı hamlelerle hareket alanlarının sınırlarını anlamaya çalışıyorlar.

Genel anlamda Rusya, Batı’dan gelen eleştirilere karşı çok duyarlı. Stratejik ve askeri çıkarlarına karşı da duyarlı. Böyle olduğu için kimliklerin ifadesi çok sorun olmasa da örneğin “Çerkes sorunu” meselesinde Avrupa, Amerika ve Türkiye gibi yerlerde ortaya çıkan aktörlerin müdahalelerine karşı çok hassas. Bu da yerelliğin sınırlarını biraz ortaya koyuyor. Rusya Federasyonu, kimliğin siyasallaşmış haline karşı ciddi anlamda hassaslık gösteriyor.

New York’ta “No Sochi” eylemi

Kimlikler arasında çatışmalar öne çıkıyor. Uyum ve geçişkenlikler neden vurgulanmıyor? Hiç pozitif tarafları yok mu bu meselesinin?

Hep aynı şeyleri söylüyor gibi olacağım ama, Kafkasya özelinde konuşacak olursam, bütün bu sorunlar 150 yıldır buzdolabına konmuş olan meseleler. Tarihin doğal akışı içerisinde toplumların kendi yollarını bulacağı, çeşitli kimliklerin oluşacağı, hangi toplumların hangi kimliklere yöneleceği daha sağlıklı bir süreçte gitseydi bugün daha farklı şeyler konuşuyor olurduk.

Genel bir eğilim olarak Kafkasya’da bütün halkların entelektüelleri kendi toplumlarının mağduriyetini ispat etmeye çalışıyor. Ortada bir tür “mağduriyet yarışı” var. Yerel siyasetçiler ise bu analizlere girmiyor, çünkü Kafkasya’da toplumunu yansıtan, toplumlarını temsil edebilecek siyasal erk sahibi yerel siyasetçi yok. Ortada sınırlı kaynakların paylaşımı diye bir sorun var ve Eric Hobsbawm’ın “araçsallaştırma” argümanı üzerinden gidersek, siyasi ve ekonomik elitler, pastayı paylaşmamak için ya da pastadan daha büyük pay almak için mücadeleler içine giriyor. Ve bu da etnik kimliklerin bu mücadelelerde bir araç olarak kullanılmasına neden oluyor.

Serbest seçimlerin yapıldığı 1990’larda durum daha farklıydı tabi. Ama şimdi seçim yapılmıyor ve bu nedenle de oy kazanmaya dair bir çaba yok yerel siyasetçilerde. Artık devlet başkanları merkezi yönetim tarafından atanıyor ve siyasi erkin dayanağı yerel halk değil, Moskova’daki yönetim. Tabii sadece entelektüeller ve aktivistleri takip etmek toplumsal dinamikleri anlamak için yetersiz kalıyor. Sahaya çıkıp sosyolojik araştırmalar yapmak gerekiyor ama bugünün Rusyası’nda bunlar da yapılamıyor. Kafkasya’daki toplumların özgüvenleri biraz yerine gelse ve istikrarlı bir düzen sağlansa belki daha farklı bir tabloyu konuşuyor olabilirdik.

Arayan için uyum ve geçişkenlikle ilgili birçok tarihsel malzeme bulunuyor. Ancak şu anki psikoloji daha çok geçmişin acılarını ortaya koymaya odaklı. Rusya’da siyasetsizlik ortamı sürdüğü sürece bu durumun bir süre daha böyle gideceğini tahmin ediyorum. Belki Rusya merkezinde, metropollerde bir hareketlenme var ama Kafkasya özelinde konuşacak olursak yerel siyasetin kapalı kapılar ardından yapıldığı, yerele dayalı parti siyasetinin çok fazla olmadığı ve sivil toplum kuruluşlarının rahat hareket edemediği bir yapı var şu anda. Ama herkes bunun sonsuza kadar sürecek bir mekanizma olmadığını biliyor. Bu durum bir yerde mutlaka değişecek ve 1990 ve 2000’lerde buzdolabına konan sorunlar, o değişim sürecinde yeniden ortaya çıkacak.

Son katıldığınız programlarda Çerkesler ve Karaçay-Malkarlılar arasında bir diyalog oluşturulması gerektiğinden bahsettiniz. Bu fikir nasıl gelişti?

Aslında Çerkesleri ya da Çerkes siyasetini çalışıyorsanız, Karaçay-Malkarlıları çalışmamanız eşyanın tabiatına aykırı. Çünkü bu iki toplum yüzlerce yıldır aynı coğrafyada yaşıyor. Modern zamanlara yani Rusya’nın Kafkasya’yı kolonize etmesine kadar olan dönemde, sınırdaş komşular gibi yaşarken artık daha iç içe yaşıyorlar. Bu toplumlar arasında ya da en azından aktivistleri arasında son 30 yılda bazen toplumsal bazen de siyasal düzlemde birçok sıkıntı yaşandı. Bu problemler hiç yokmuş gibi davranıp bütün analizleri ve gelecek projeksiyonlarını bu verili durumun dışında yapmak bana çok enteresan geliyor.

Ben yaklaşık 2000’li yılların başından beri profesyonel anlamda “Çerkes Araştırmaları” konusunda çalıştığım için Karaçay-Malkarlılarla da ilgileniyorum. Kafkasya, Amerika ve Türkiye’de hem Karaçay-Malkar hem Çerkes diasporasını gözlemleme imkanım oldu. Sosyal medyada olan biteni takip etmeye ve iki toplum arası ilişkileri anlamaya çalışıyorum. Tabii bireysel ilişkiler, seyahatler, hikayeler de var bir taraftan. Karaçay-Malkarlılar ve Çerkesler arasında bir diyalog oluşturulması fikri aslında çok da şaşırılmaması gereken bir öneri, zira bu halklar iki cumhuriyette birlikte yaşıyorlar.

Bugün ana sorun bu iki toplum arasında ilişkinin çerçevesinin henüz tam olarak çizilmiş olmaması gibi görünüyor. Artık ilişkilerin tanımlanması ve daha sağlıklı bir zemine oturtulması lazım. Bu iki halkın toplumsal yapıları savaşlarla, sürgünlerle, göçlerle tarumar edildi. Artık toplumları mutlu edecek, kendileriyle barışık hale getirecek çözümlerin geliştirilmesi gerekiyor. Güçleri birleştirmek gerekiyor. Hem siyasal hem de toplumsal ilişkiler anlamında artık çözümler üzerine konuşmak lazım. Çok hızlı gitmeden, yavaş adımlarla bu toplumlar bir araya gelebilir.

Kafkasya haritası

Çerkesler ve Karaçay-Malkarlılar arasındaki problem tam olarak nedir?

Az önce belirttiğim gibi çağdaş sorunlar yani siyasal güç ilişkileri, cumhuriyetlerin yönetiminde erk sahibi olma, ekonomik pastanın paylaşımı, etnik örgütlerin finanse edilmesi gibi konularda her iki toplumda yer alan yönetici elitlerin etkilerinin olduğunu biliyoruz. Bütün bu süreçlerde elbette kimlikler de araçsallaştırılıyor.

Bununla birlikte oligarşik yapıları ortadan kaldırsanız da toplumlar arası çatışmayı sakinleştirseniz de henüz tanımlanmamış ve geçmişten kalan sorunlar bulunuyor. Bu çerçeveden baktığımızda ilk olarak şunu söyleyebiliriz ki hem Çerkesler hem de Karaçay-Malkarlılar kendi mağduriyetlerine odaklandıkları için beraber yaşadıkları diğer toplumların mağduriyetlerine önem vermiyorlar.

İkincisi, Kafkasya tarihin çeperinde bulunan bir coğrafya. Geçmişte sahil kesimleriyle iletişim kurulabilen, ulaşım sağlanabilen ancak iç kısımlarına çok girilemeyen ve iç kısımlarında neler olduğunun çok bilinmediği yerler olarak biliniyor. Karaçay-Malkarlılar Kıpçak Türkçesi konuşan topluluklarla Kafkasyalıların harmanıyla oluşmuş bir toplum. Bildiğimiz kadarıyla da en az 800-900 yüzyıldan fazla süredir de Kafkasya’da yaşıyorlar. Ancak 1850-1860’lara kadar yüzyıllarca beraber yaşamalarına rağmen Karaçay-Malkarlılar ile Çerkeslerin yerleşim alanları birbirlerinden net olarak ayrılmış durumdaydı. Feodal dönemlerde bu ayrı olma halinin de bir mekanizması oluşmuştu. Bugün Orta Kuzey Kafkasya dediğimiz bölgeyi yani Çeçenistan’dan Batı Çerkesya’ya olan bölgeyi Çerkes aristokrasisi yönetiyordu. Bölgede ticari olarak değiş-tokuş yani takas ekonomilerinin olduğunu biliyoruz. Bu feodel düzen içerisinde Çerkesler ve onların yönetici sınıfları hem Rusya ile hem de Karadeniz üzerinden diğer ülkelerle iletişim halindeydi. 1860’lara kadar, coğrafi konumları gereği ovalarda, sahil kesimlerinde ve sahile yakın dağlarda yaşayan ve çok daha büyük bir nüfusa sahip olan Çerkesler bölgede yaşanan tarihsel, siyasal ve askeri gelişmelerde daha öne çıkarken, yüksek dağlık kesimlerde yaşayan Karaçay-Malkarlılar ise bu gelişmelerin biraz daha dışındalardı.

Bunları söyleyerek varmak istediğim nokta şu. Karaçay-Malkarlıların tarihsel olaylara dahil olup bir anlamda sahaya inmeleri Rusya’nın bölgeyi ele geçirmesiyle gerçekleşiyor. Çerkeslerin Ruslara karşı büyük bir mağlubiyet yaşayıp topraklarını kaybettikleri ve bugün “Çerkes Soykırımı” olarak adlandırılan sürgünlerin yaşandığı dönemde, Karaçay-Malkarlılar yavaş yavaş düzlüklere inmeye ve dış dünyayla ilişki kurmaya başlıyorlar. Yani bu anlamda Çerkeslerin tarihsel mağduriyetinin, yani modern Çerkes siyasal kimliğinin en önemli öğeleri olan “savaş, sürgün ve soykırım”ın yaşandığı dönem Karaçay-Malkarlılar için tarihe dahil olma sürecinin başlangıcı oluyor.

Kısacası iki toplumun tarihsel dinamikleri açısından böyle bir çelişki var ortada. Aynı tarihsel gelişmenin bir sonucu olarak Karaçay-Malkarlıların dağlarda Kabardey’deki Doğu Çerkeslerinin de düzlüklerde yaşaması sonucu olarak “dağlı” ve “ovalı’’ toplum dinamiğini de görüyoruz bu iki toplumun arasında. 1860’lardan itibaren Rusya’da serfliğin kalkmasıyla toprakların kontrolünün feodallerin kontrolünden çıkmasıyla ciddi bir toprak ihtiyacı doğuyor. Çerkeslerin terk ettiği ovalardaki topraklara Rus, Kozak ve diğer halkların yanı sıra Karaçay-Malkarlıların da yerleşmeye başlaması aslında bugün de bildiğimiz toprak sorunlarının Çerkesler boyutunu anlatıyor.

Bu süreçten yaklaşık 70-80 yıl sonra İkinci Dünya Savaşı sırası ve sonrasında Karaçay-Malkarlıların uğradığı soykırım boyutlarına ulaşan sürgün sonrası anavatanlarına yeniden döndüklerinde bu kez de onların açısından toprak sorunun ortaya çıktığını görüyoruz. Bu bakımdan bugünkü durumun üzerinde yükseldiği tarihsel ve toplumsal zemini tespit etmek bence önemli. Ortada iki tane “mağdur” toplum var ve birbirlerinin acılarına da çok duyarlı değiller. Bu da biraz Sovyet sisteminin ve ardından ortaya çıkan siyasi atmosferin sonucu. Bütün bu tarihsel altyapının üzerine gelen modern sorunlar, yani oligarşik yapılar, kaynakların paylaşılması, merkezden çepere gönderilen finansal yardımların etno-siyasi ilişkiler üzerinden yapılması diğer bazı sorunlar olarak önümüze çıkıyor.

Bu anlatılanlara ek olarak daha çok Türkiye diasporasındaki Çerkes aktivistler üzerinde etkili olduğunu düşündüğüm bir konu var. Çerkes aktivizmi sol hareketlerden ve halkların kendi kaderini tayini, dil hakkı, kimlik hakkı gibi söylemlerden oldukça etkilenmiş bir hareket. Aynı zamanda Türkiye’de 1960’larda gelişen özgürlük alanıyla yüzünü SSCB içindeki anavatanına dönen bir hareket. Ancak bu dönem aynı zamanda Türkiye’de sağ-sol çatışmasının başladığı yıllar. Zaman zaman Türk milliyetçiliğinin bir versiyonu, zaman zaman Türk ulus devletinin ideolojik yaklaşımı Çerkesleri kendi özgün ve ayrı kimlikleriyle kabul etmeyip onları “Kafkas Türkü” olarak görme çabasına giriyor. Bu durum Çerkes aktivistlerde reaksiyon doğuruyor ve bir grup aktivist, çocuklarının dominant kültüre asimile olmadan tarihsel anavatana dönmek istiyor. Bu bir ırkçılık veya Türklük karşıtlığı değil ve genelde hemen her azınlığın yaşadığı psikolojik bir durum. Türk milliyetçiliğinin hem resmi hem de alternatif versiyonlarının Çerkesleri Türklük potasına katma ideolojisine karşı gelişen bir reaksiyon.

1990’larda Sovyetler Birliği’nin yıkılmasının ardından Türkiye devleti politikaları eski pozisyonundan uzaklaştı ve Çerkesleri kendi özgün gayri-Türk kimlikleriyle kabul etmeye başladı. Onları Türki bir toplum yerine akraba bir toplum statüsüne dönüştürdü. Bu sağlıklı bir gelişmeydi zira Çerkesler Türkiye’de “dış kapının mandalı değil” ancak etnik Türklük çatısı altında birleşecek bir topluluk da değil. Bu bakımdan akraba topluluk tanımı durumu bir anlamda daha sağlıklı ifade ediyor.

Ancak aynı dönemde Karaçay-Malkarlıların durumu farklılaşmaya başlıyor. Hem Türk devletinin uygulamaları ve politikaları hem de genel algı açısından Karaçay-Malkarlılar Türki bir topluluk kabul edilerek “Türk Dünyası”nın içine dahil ediliyor. 1970’lerde ve 1980’lerde birçok Çerkes aktivistin cepheden karşı olduğu Türklük tanımını birçok Karaçay-Malkarlı kendiliğinden kabul ediyor ya da kabul ettiği varsayılıyor. Bu bakımdan Kafkasyalılık üst kimliği içerisinde beraberlikleri, kimlik algısının içten ve dıştan değişmesiyle yol ayrımına geliyor.

Çerkesler Rusya Federasyonu Ankara Büyükelçisi Aleksey Yerhov’u protesto ederlerken

Sizlerin çözüm önerileri nedir?

Bundan önceki sorularda az çok cevabını vermeye çalıştım ancak yinelemem gerekirse öncelikle hem anavatanda hem de diasporada ortada önemli sorunların olduğunu kabul etmek gerekiyor ama bunu yaparken ortak tarihi de göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu iki halkın kanaat önderlerinin her zaman bu bölgede yaşayacaklarını ve geleceğe dair birlikte nasıl daha sağlıklı politika üreteceklerini göz önünde bulundurmaları gerekiyor.

Olaya bambaşka bir açıdan bakmak gerekirse, modern Çerkes tarihsel anlatılarında Memlük Devleti’nde Çerkeslerin bir hanedan kurmaları anlatıyor. Aynı şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nda, zaman zaman da İran’da, önemli roller üstlendikleri tarihsel vakalar da var. Muhtemelen bu tarihsel olaylara Karaçay-Malkarlı bireyler de dahildir. Bu dönemde bölgenin en önemli ihracat kaynağı insan diyebiliriz. Buna paralı askerler, köleler, cariyeler de dahil. Ve biz biliyoruz ki Kafkasya’nın kuzeyindeki bozkırlarda 1000’li yıllardan itibaren Kıpçak Türkleri vardı. Ve o Memlük Devleti iki dönemden oluşur ve birinci dönem daha çok Kıpçakların hakim olduğu dönem iken ikinci dönem ise Çerkeslerin hakim olduğu dönemdir. Karaçay-Malkarlıları Kıpçakların devamı olarak kabul edersek Çerkeslerle tarihsel birliktelik aslında 1000’li yıllara dayanıyor. Çünkü Memlük Devleti’nde de beraberler. Yani çatışmalar değil de tarihsel birliktelikler aranırsa görülecek ki, bu toplumlar arası ilişkiler her zaman rekabete dayalı değildi ve aranırsa kader ortaklığına dair de çok fazla şey bulunabilir.

Mısır ve Suriye’de egemen olan Memlük devletinin (1250-1517) sınırları

Bu bakımdan kim önce geldi, kim otoktondu tartışmasından öte tarihsel bağları oldukça eski olan iki halktan bahsediyoruz. Karaçay-Malkarlıların tarihe giriş yaptığını Çerkeslerin kabul etmesi, Karaçay-Malkarlıların da Çerkeslerin uzun yıllardır o bölgede kültürel ve siyasal anlamda dominant bir halk olduğunu görmesi lazım. Bu kabuller hiçbir halkı küçük düşürmez ve tarihsel haklarından vazgeçirmez.

İki toplumun da geçmişin acılarını sarmaları, özgüvenlerini tazelemeleri gerekiyor. Kimse Kafkasya’ya 100 yıl önce gelmiş değil. Bir de özellikle Kafkasya toplumları analiz edilirken dil üzerinden yerli ve dışarıdan gelenler gibi bir ayrımın yapılması son derece anlamsız ve hayatın gerçekleriyle örtüşmüyor. Çünkü bu sınıflandırmalar insanlarda diğer toplumlara karşı negatif bir kurgu yaratılmasına neden oluyor. Siz Osetleri veya Karaçay-Malkarlıları yabancı olarak kurguladığınız zaman bu toplumları da bir anlamda dışarıdan gelen istilacılar olarak kabul ediyorsunuz. Oysa bütün bu toplumların kimlikleri yani Çerkes olma hali veya Karaçay-Malkar olma hali bu topraklarda gerçekleşti. Kimin Kafkasyalı olduğuna dair dil üzerinden bir sınıflandırmaya gitmek büyük bir hata. Bu aslında entelektüeller arasında konuşulacak teknik bir konunun halk tabanına inerek bağlamından kopmasıyla oluşmuş bir durum. Bir de biliyorsunuz, Kumuklar da Kıpçak dili konuşuyorlar ancak Çerkeslerle Kumuklar arasında böyle bir gerilim yok, hatta yüzlerce yıla dayanan devletler arası ilişkiler var. Çünkü bu iki halk modern dönemde aynı siyasal ve ekonomik yapılarda değiller ve aynı pastadan pay alma rekabetini içinde de değiller. Buradan baktığınızda bazı tarihsel kurguların ne kadar anlamsız olduğunu görebiliyoruz aslında.

Eğer pragmatik olarak bakılırsa Karaçay-Malkarlıların Türkik bağlantısı Türkiye Cumhuriyeti ile kurulacak ilişkilerde faydalı bir araç haline dönüşebilir. Yani Çerkeslerin, Karaçay-Malkarlıları karma özgün kimlikleriyle Türk Dünyası ile Kafkasya arasında bir köprü olarak görmeleri daha sağlıklı olur gibi. Karaçay-Malkarlılar da Çerkesler de birbirlerini yok sayamazlar. Karaçay-Malkarlıların Türki bağlantısı hiçbir zaman ortadan kalkmayacağı gibi Kafkasyalı olmaları gerçeği de değişmeyecek. Çerkeslerin de Türk, Arap veya Rus olmama hali de ortadan kalkmayacak. Geçmişe çok fazla takılmadan geçmişten alınacakları alıp, geleceğe dair stratejilere odaklanmak daha mantıklı olur.

Geleceğe dair siyasi bir model olarak ben bugün var olan cumhuriyetleri bölerek mono-etnik bir Karaçay-Malkar Cumhuriyeti veya Çerkes Cumhuriyeti kurulmasını çok mümkün görmüyorum. Bunun coğrafi, demografik, lojistik ve bu cumhuriyetlerin yerleşim yapısına dayanan nedenleri var. Birbirlerinden ayrılarak küçük küçük cumhuriyetler yaratmak yerine Batı Kafkasya’da coğrafi olarak çok daha büyük, nüfusu daha fazla, ekonomik pastası daha geniş ve federal merkezde siyasi etkinliği de artmış bir Çerkes-Alan ya da Çerkes-Tavlu cumhuriyetinde hem siyasal hem de kültürel yapılarını güçlendirerek yaşamalarının yollarını da tartışmaya açmak gerekiyor.

Anavatanda da diasporada da öncelikle aktivistler arasındaki ilişkileri aracısız olarak kurmaya çalışmak önemli. Bu zemin üzerine ne inşa edileceği ise sonraki mesele.

Eskişehir’de Karaçay-Malkarlıların düzenlediği festivalden bir görünüm

Kafkasyalılar arasında benzer sıkıntıların tartışılmamasının nedeni ne olabilir?

Hem Kuzey Kafkasya’da ve Rusya genelinde siyaset kurumu üzerinde ciddi bir baskı var. Sivil toplum kuruluşlarının ortaya çıkması ve toplumun gerçek sorunlarının ifade edilmesi kolay değil. Cumhuriyetlerin kendi parlamentoları var ancak yerel partiler yok. Yerel dertleri dile getirecek partiler olmadığı ve gerçek anlamda federal bir demokratik yapı olmadığı için toplum gerçekliği ile siyaset kurumunun arasında direkt bir ilişkiden bahsedemiyoruz.

Diasporada ise hem kendi toplumlarına yön verebilecek hem de diğer toplumların kanaat önderleriyle iletişim kurabilecek, anavatan ile bağları olan entelektüellerin, kanaat önderlerinin yeterince olmaması bir problem. Aktivist tabanlarının daha geniş olması nedeniyle Çerkesler için belki bu biraz daha mümkün ancak diğer halklar için bu durum çok geçerli değil. İkincisi ise Çerkesler ve bir noktaya kadar Abhazlar dışındaki diğer Kafkasyalı toplumlarda etnik kimliğin kültürel boyutunun siyasal boyutunun önünde olması. Çerkeslerde olduğu gibi diasporadan anavatana etki edebilecek kanaat önderleri de bulunmuyor. Böyle olduğu için iletişim ortamı yaratılamıyor.

Son olarak Türkiye’deki Kafkasya ve Çerkes araştırmalarını nasıl yorumlarsınız? Genelde dil merkezli gelişmeler oluyor fakat hala bir enstitü yok.

1990’lara kadar hem devlet politikaları hem de bu politikaların şekillendirdiği akademik dünyanın koşulları gereği etnoloji ve antropoloji alanlarında formel eğitim almış Kafkasyalı akademik çevre oluşmadı. Tabii ki birçok Kafkasya kökenli sosyolog oldu, siyaset bilimci oldu, akademisyen oldu. Ancak onlar Kafkasya alanında uzmanlaşamadılar. Alanın kendisi de zaten hem tanımlanmamıştı hem de yasaklıydı. Bu yüzden 1923-1990 arası için akademik üretim anlamda ölü dönem diyebiliriz.

Onların yerine “halk araştırmacısı’’ dediğimiz amatör araştırmacıların olduğunu görüyoruz. Bu durumun hem iyi hem de kötü sonuçları doğdu. İyi yanlarına bakarsak, sonuçta profesyonellerin olmadığı bir sahada boşluğu doldurarak etnolojik, sosyolojik ve antropolojik malzeme toplamak, birçok şeyi kayıt altına almak önemli. Ancak aktivizm temelli bu üretimlerin büyük çoğunluğu hamaset ve yanlış bilgilere dayalı olduğu için sağlıklı olmayan bir literatür oluştu. 1990’lardan sonra ise Türkiye’nin dünyaya açılması, Kürt ve Alevi sorunlarının konuşulmaya başlaması ve SSCB’nin yıkılmasıyla uzun süredir buzdolabına konulan Kafkasya meselesi de gün yüzüne çıktı. Bu tarihten sonra yeni bir akademisyen ve araştırmacı grubunun ortaya çıkmaya başladığını görüyoruz.

Türkiye’de yetişen araştırmacılar açısından geleceğe dair umut verici gelişmeler olduğunu söyleyebilirim. Yurtdışına gidip orada eğitim alanların çoğalması, Rusça, İngilizce ve Osmanlıca bilenlerin artması ve Kafkasya ile iletişim kurup arşivlere ulaşma imkanlarının oluşmasıyla birlikte üretilen bilgiler geçmişe göre daha kaliteli. Sadece Türkiye’de değil dünyada da çok daha fazla araştırmacı bu alanlarda çalışıyor. Türkiye’deki güncel sorunlar umutsuzluk kaynağı olsa bile Kafkasya araştırmaları konusunda iyi gelişmeler oluyor.

Kendi adıma konuşmam gerekirse, ben yaklaşık 20 yıldır Çerkes araştırmaları alanının içindeyim. Sizlerin de yakından tanıdığı Murat Topçu-Papşu başta olmak üzere diğer bazı akademisyenlerle birlikte CircassianAcademia, Çerkes Araştırmaları Grubu gibi networklerin ve Kafkasya Çalışmaları (JOCAS) adlı hakemli akademik derginin kuruluşunda yer aldım. CircassianWorld.com adlı İngilizce sitenin işletilmesinde, sitenin kurucusu Metin Kodzoko ile uzun zamandır birlikte çalışıyorum. Bu arkadaşlarımızla birlikte hem Türkiye’de hem de Avrupa’da birçok akademik aktiviteye katılıp, sunumlar yaptık. Çerkes araştırmalarının sosyal bilimler alanında uluslararası görünürlük kazanması için çaba sarf ettik. Bir nebze de olsa başarılı olduğumuzu düşünüyorum. Tabii finansal ve kurumsal destek yetersizliği nedeniyle hiçbir zaman olmak istediğimiz yerde de olamadık. Fakat ben yine de bu problemlerin aşılarak daha önce Türkiye’de çok uzun ömürlü olmayan örneklerini gördüğümüz araştırma merkezi ya da think tank tarzı yapıların da yakın gelecekte ortaya çıkacağını düşünüyorum. Çünkü sosyolojik olarak Çerkes toplumunda ve akademik olarak Çerkes çalışmaları alanında böyle bir entelektüel olgunlaşmanın yaşandığını düşünüyorum.